0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

40. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

"KANA KARIŞAN AŞKLAR"

 

Kendini evin yap çünkü anladın; sen en sonunda sana dönebilirsin.

 

 

O gece hiçbir şey sözcükler kadar ağır değildi. Ellerimin yalnızlığı gözlerimi doldurmuş, ağlamak üzere olmak da gururumu kırmıştı. Bir çiçeğin sadece bir günde küsüp içine kapanması gibi kimine anlamsız gelecek bir kırgınlıkla içime kapanmıştım.

 

Kerem’in beni evime getirdiği dakikalardan beri yatağımda uzanmış Hazer’in bahçeye diktiği çiçeği izliyordum. Arada çıkan seslerden Kerem’in hâlâ evde olduğunu biliyordum, beni yalnız bırakmamak için gitmemişti. Eve ağlayarak geldiğim ve bir cümle kurmadığım için neler olduğunu anlamamış, endişelenmişti. Aynı zamanda Hazer’in de beni yalnız bırakmaması için onu aradığına emindim.

 

Hazer demişken...

 

Sanki çok iyi dans ediyorsun da…

Belki de seni tavlamak için seçmişimdir.

Senin ilişkiyi kaldırabilecek olgunluğun yok!

 

Ellerimi kulaklarıma kapattım ama fayda etmedi. Çünkü bu sefer sesler kalbimden geliyordu.

 

Bana o sözcükleri nasıl diyebilmişti? Kırılacağımı bile bile söylemişti. İncineceğimi umursamamıştı. Sanırım sözcükler kadar canımı yakan da buydu.

 

Uykusuz gözlerimi güneş ışığının vurduğu duvardan çekerek yattığım yerden kalkmaya zorladım kendimi. Kerem’in sessizce evde dolaşan adım seslerini duyabiliyordum. Yerimden doğrulurken gücümün olmadığını fark ettim. Sanki ruhumda, kalbimde hissettiğim tüm kırgınlıklar vücuduma dağılmış, beni ruhsal bir hastalığın pençesine itmişti.

 

Üstümdeki, dünden kalan kıyafetlere bakıp odamdan çıktım. Kerem’i görmek için koridorda ilerleyip salona girince de gelen seslerin sebebini anlamış oldum: Bana kahvaltı hazırlamıştı. Doğrulup arkasını dönünce beni, yüzümü, belki de benim aynaya bakıp görmekten korktuğum şeyleri gördü.

 

“Günaydın Safirciğim. Çok mu ses yaptım? Ona mı uyandın?”

 

Dudaklarımı ufak bir gülümseme için zorladım. “Uyumamıştım zaten. Kahvaltı hazırlamışsın, neden zahmet ettin ki?”

 

Elindeki tepsiyle yanıma yaklaşıp gözlerime dikkatle bakarken, “Şişmiş,” dedi üzgünce. Sonra da benim gibi zorlukla gülümsedi. “Emir büyük yerdendi.”

 

Birkaç saniye anlamayarak baktım, ardından da sorduğum soruyu hatırlayıp yutkundum. Demek Hazer söylemişti. Kerem’i aramıştı. Beni de aramış olabilirdi ama telefonumu kapatmıştım, bu yüzden ona ulaşmış olmalıydı.

 

“Bir şey yemek istemiyorum,” dedim. “Patronuna ilet. Ya da… gerek yok. Aksine benim hakkımda bir şey iletmeni istemiyorum.”

 

“Şey, o benim patronum,” dedi sevimli bir ses kullanarak. “Ne derse yapmak zorundayım.”

 

“Hıh!” Kızgın bir ses çıkardım ve sonra bunun Kerem’le alakası olmadığını hatırlayıp mahcup oldum. “Kahvaltı yapıp yapmamı umursayacak kadar kendine gelmiş olması ne hoş.”

 

Kerem iğneleyici sözcüklerimi fark etti ve sorup sormamakta kararsız kalıp duraksadı. “Ne dedi sana? Evden ağlayarak çıktın, yol boyunca da ağladın. Vallahi içim parçalandı o haline…” Kaşlarını çatarak kendi yorumunu kattı. “Öyle ufak bir atışmaya evi terk edecek değilsin. Seni gerçekten kırdı, değil mi?”

 

Sanki çok iyi dans ediyorsun da…

 

Senin bir ilişkiyi kaldırabilecek olgunluğun yok!

 

“Beni bile isteye kırdı. Yemin ederim istedi. Bunu gözlerinde gördüm Kerem. Sanki onun canını çok yakmıştım ve intikam almak istiyordu…” Dün akşam bana bakan gözlerini, kendini kaybetmiş yüzünü, incindiğimi umursamadan ileriye gidişini hatırladım. “Hazer’in bile canımı yakmak istediği bir an olabilirmiş demek ki, diye düşündüm o an. O kadar şaşırdım ki… Beni incitmek için o kelimeleri dile getirişine hayret ettim…”

 

“Yine gözlerin doldu,” dedi panikleyerek. “Demek o kadar kırdı seni, vay piç…”

 

Bir an gözlerim büyüdü ve Kerem tepkim sayesinde ne dediğini fark etti. “Barışınca bunu Hazer Bey’e söylemezsin, değil mi?”

 

İçinde olduğum trajikomik anı sindirmeye çalışıp, “Söylemem,” dedim.

 

Elinden tepsiyi aldım ve mutfağa doğru ilerlerken onun da arkamdan geldiğini biliyordum. "Hazer, alkol bağımlısı mı?" diye sordum sonunda geceden beri düşündüğüm şeyi dile getirerek.

 

Durup gözlerime kederle baktı. "Hazer'in bağımlı olduğunu düşündüğüm tek şey sensin Safir."

 

Yutkunamadım. Bu iyi bir şey miydi kötü bir şey miydi?

 

Kendimi kasıp yüzümdeki ifadeyi korudum ve başımı sallayıp arkamı döndüm. Konuşacak kadar güçlü değildim. Kendimi odama atarak yatağıma oturdum.

 

Hazer'in bağımlı olduğunu düşündüğüm tek şey sensin.

 

Ben öç almazdım, bu yüzden Hazer'e eziyet edecek değildim ama hiçbir şey olmamış gibi de davranamazdım. Ben de hatalı davranmıştım ama bunu daha olgun bir tartışmayla aşabilirdik. Hep fevri davranıp çocuklaşan hem de beni olgun olmamakla suçlayan kendisiydi.

 

Silkelenip kendime gelmek için ilk adımı attım. Burada olan kıyafetlerime ilerleyip bir siyah, göğüs pencereli bluzla siyah pantolon aldım. Nedense ellerimin o kıyafete ilerleyişini durduramamıştım. Bir saniye evdeki Kerem’i düşündüm ama sonra tereddüt etmeden üstümü değiştirdim. Ona güveniyordum.

 

Yanıma çantamı da aldım ve odamdan çıkıp salona geçtim. Kerem elinde telefonla koltukta oturuyordu. Tuşların üzerinde duran parmaklarına baktım ve Hazer’le haberleştiğini düşünürken genzimi temizledim. Direkt telefonu arkasına saklayıp başını kaldırdı. “Nereye böyle?”

 

“Yetimhaneye. Leo için imzalamam gereken evraklar var.”

 

Telaşla, “Daha erken,” dedi.

 

“Olsun, dışarıya çıkarsam kafam dağılır,” dedim. Gözlerime dokunup şişkinliğinden rahatsız şekilde sızlandım.

 

 “Bari bir şeyler yeseydin,” dedi.

 

Benim için hazırladığı kahvaltılıklara bir daha baktım. Yumurta bile haşlamıştı, benim için vakit ayırmıştı. Eminim Hazer söylememiş olsa bile yapardı. “Özür dilerim, benim için o kadar hazırladın ama benim bir lokma dahi yiyesim yok.”

 

Pes edip koltuktan kalktı ve yanıma kadar geldi. “Seni götüreyim o zaman, haydi.”

 

“Zahmet olma…”

 

“Aaa kızıyorum ama! Ona yok, buna yok… Sen bu kadar üzgünken yanında olmayacağım da ne yapacağım?”

 

Kabul edip başımı önüme eğdim, odadan çıkıp sokak kapısına ilerledim. Kerem portmantodan ceketini aldı ve ayakkabılarımızı giyip çıktık. Bahçe boyu ilerlerken dün gece kızarttığım avuçlarıma bakıyordum, yumruk sıkmayı bırakmam gerekecekti. Kerem’in açtığı kapıdan dışarıya çıktık ve kaldırımda yürümeye başlamadan önce başımı kaldırdım. Tanıdık arabayı gördüğümde soluğumu tuttum. Kerem de bunu fark edip kendi kendine mırıldanırken Hazer’in bir diğer arabasına bakakalmıştım. Ne zamandır buradaydı? Yoksa geceden beri mi? Eve gelmiş miydi? Çenemi yukarıya kaldırdım ve arkamı dönüp yürümeye başlamıştım ki kapı sesini duydum.

 

“Kerem, patronuna söyle, arkamdan gelmesin.”

 

“Aaa ben mi? Vallahi kemiklerimi kırar… Ama çok istiyorsan söyleyeyim.” Kısa bir an duraksadı. “Hazer Bey, Mila diyor ki…”

 

“Duydum,” dedi Hazer uyarır bir ses tonuyla. Sesini bu kadar yakından duyunca panikledim. Hiç olgun bir davranış olmasa da ondan kaçıyordum. Ayaklarım birbirine dolanmasın diye uğraşırken Hazer’in gölgesini önümdeki gri zeminde gördüm.

 

Birkaç saniye sonra bana yetişip panikle, “Mila,” derken kolumdan tuttu. “Mila, n’olursun dur bi…”

 

Arkam ona dönükken durmayı ben istedim. Zaten eli sıkı kavramamıştı, bana ben istemeden dokunmayı sevmiyordu. Başımı kaldırdım ve çevirip ona baktım, gözlerini görünce de elimde olmadan titrek bir nefes çektim. Onu göreceğimi düşündüğümden daha kötüydü; üstünde dünkü pantolonu, gri tişörtü vardı ve bütünüyle çok dağınık görünüyordu. Uzun süre ağrıyan bir yarasının üstüne yatmış gibi yorgun ve o yaranın büyümesinden korkar gibi endişeliydi.

 

“Hâlâ sarhoş musun?” diye sordum, bana söyleyeceklerini ona göre ciddiye alacaktım.

 

Başını olumsuz manada sallamaya başlarken biraz daha yaklaşıp karşıma geçti. Kaldırımdan aşağıdaydı ve boylarımız bu şekilde bir hizadaydı. “Değilim. Sen evden çıkıp gittiğinde ayıldım, kendime geldim.”

 

“Aa öyle mi? Yani ayılman için suratına bir kapı falan mı çarpmam gerekiyordu?”

 

Hem kızgın hem pişman hem de sefalet içinde göründü. Bir anda gözlerinden bu kadar duyguyu okuduğuma ben de hayret ettim. “Seni incittim değil mi? Çok incittim?”

 

Neredeyse gurur yapacaktım, dönüp yoluma devam edecektim ama bunun doğru bir iletişim yolu olmadığını biliyordum. Gözlerimi başka yerlerde dolaştırıp, “İstediğin bu değil miydi?” diye sordum. “İstediğin zaten beni incitmek değil miydi?”

 

Bunu duyduğuna inanamadı, bu kadar şeffaf olmama da. Sanki kendine bile itiraf edemediği şeyi ona söylemiştim. Şiddetle başını iki yana sallamaya başlayıp, “Sarhoştum,” diye fısıldadı. “Biliyorum, çok saçma bir gerekçe ama gerçek. Kendimde olsam asla söylemeyeceğim şeyler, biliyorsun.”

 

Buruk şekilde gülümsedim. “Ne fark eder ki? Sonuçta böyle düşünüyorsun. Sarhoşken sadece dile getirebildin…” Yaşananları hatırlayınca kaldırımda geriledim, uzaklaşmak istedim. “Beni tavlamak için seçtin…”

 

“Hayır hayır!” Telaşla nefes alıp verdi. “Öyle değil! O gün en güzel dansı yapan sendin, bu sebeple seçtim seni…”

 

Gözlerine sessizce ve uzun uzun bakıp kalbimden geçeni fısıldadım. “Bana bir daha nasıl balerinimdiyeceksin?”

 

Dudaklarının korkuyla birbirinden ayrılması sonrasında başımı öne eğdim, karın hizasında telaşla hareket eden, birbirini ovalayan ellerini görüp omuzlarımı düşürdüm. Bana en hassas olduğum noktadan saldırmıştı. Saldırmak… Hazer ve saldırmak kelimelerini aynı cümlede kullanmak bile ruhumu acıtıyordu.

 

"Safir?"

 

Omuzlarımı dikleştirerek mesafeli şekilde cevapladım. "Si?"

 

"Oturup konuşabilir miyiz?” Rica ediyordu; sesi hâlâ boğuk ve sabırsızdı. Metanetini korumak için çabaladığının, konuşurken her kelimesine dikkat ettiğinin farkındaydım. Endişeli kalp atışlarımızı, birbirimizi kaybetmekten duyduğumuz korkunun kısık gülüşünü duyuyordum. "Sarhoş olsam da dün gece neler dediğimi hatırlıyorum. Kabalık, küstahlık ettim. İzin verirsen... kendimi açıklamak istiyorum."

 

"Eşeklik…" diye söylendim alçak bir sesle.

 

"Efendim?" diye sordu duyamadığından.

 

Parmaklarımı bluzumun dekoltesine götürerek duygularımı açık şekilde söyledim. "Çok kırıcıydın Hazer."

 

Sesli şekilde nefes alıp verdi. "Biliyorum," dedi. Sesi bu kez mahcubiyet içindeydi. Hissettikleri sesinin tınısında gizliydi. “Kabahatimin farkındayım. O kolyeyi... boynundan çıkarmana sebep olacak kadar gaddarca davrandım. Özür dilerim Mila."

 

Dayanamıyorum sana, titreyen sesine…

 

Başımı sallayarak özrünü aldığımı gösterdim ama ona bir cevap vermedim. Önemli değil mi diyecektim? Önemliydi çünkü derinden kırılmıştım. Aklı başındaydı, sarhoşluğundan tamamen sıyrılmıştı ve benimle makul bir konuşma yapmak istiyordu. Benden bir cevap beklediğini bildiğim için, "Oturup konuşamayız, gitmem gerekiyor," dedim, ardından genzimi temizledim. "Ama merak etme, her zamankinin aksine dans etmeden, rahatsız edici görünmemeye gayret ederek uzaklaşırım.”

 

"Allah aşkına!" İçi çekilmiş gibi aniden isyan edip sesini yükseltti ve sabrını koruyamayarak bağırdı. "Ben senden önce dansına âşık oldum! Sen neden bahsediyorsun?"

 

"Bana sesini yükseltme. Söylediklerinin aksini söylemiyorum. Ben duydum bunları ama sen duymaya katlanamıyorsan..." Sustum ve cansız gözlerle önüme baktım. "Sus diyebilirsin. Hadi, bir de sus de Hazer."

 

Hiçbir şey demedi. Sanırım bu biraz incitti ama bunu diyebiliyorsam, onun yüzündendi. Hiç tahmin edebilir miydim onun kalkıp bana dans edemediğimi söyleyeceğini? Tahmin edemezdim ve yarın bir gün ihtimal vermeyeceğim başka şey söylemesinden endişe ediyordum.

 

O sinir hastalığıyla yaşıyor. Ben de mi bununla yaşayacağım? Aslında onun için... yaşardım.

 

"Nazım’la neden buluştun?" diye sordu. Onun adını anarken suratına tükürüyormuş gibiydi.

 

Bu konuda kabahatli olduğumu biliyordum, bunun mahcubiyetiyle yanaklarım kızardı. Yine de gözlerimi kaçırmadım. "Evrakları almak için buluştum," dedim mesafeli şekilde.

 

Dilini dişlerinin üzerinde gezdirerek avuçlarını sıktı. "Peki biz bu konu hakkında ne konuşmuştuk Mila? Sen ne güzel gelip bana onun attığı mesajlardan bahsetmiştin, ben de bu konuyu halledeceğimi söyleyip numarasını engellemeni istemiştim. Numarasını neden engellemedin Mila?"

 

Ellerimle kollarımı sıkarak yutkundum. "Unutmuştum engellemeyi," dedim dürüstçe. Aksi bir ihtimali düşünmemesi için gözlerinin içine baktım. "Dün Kerem’le sahafa giderken laf lafı açtı, senin son günlerde ne kadar yorgun olduğundan bahsederken Kerem bana Nazım'ın senden üç milyon dolar istediğini söyledi. O an çok üzüldüm, hiç kabahatinin olmadığı bir şey için o kadar parayı, alın terini verecek olman çok dokundu bana. Bir şey yapma ihtiyacıyla kıvrandım, yapmasaydım içim içimi yerdi."

 

"Kerem," dedi Hazer, başını omzunun üzerine çevirip bizi dinlemiyormuş gibi duran Kerem’e bakarak. Kerem kaskatı kesilmişti. "Kerem mi söyledi?"

 

"Dans meselesinden haberi yoktu, böyle bir şey yapacağımı bilmiyordu," diyerek savundum onu.

 

Tekrar bana dönerek, “Nerede buluştunuz?” diye sordu.

 

"Dans kursunda," dedim kısıkça ve onun gözlerindeki sitemin derinleştiğini görerek devam ettim. "Lütfen samimiyetime inan, oraya giderken bile dans etmek değil, konuşmak niyetindeydim. Evet, sana söz verdikten sonra onunla buluşmam seni üzmüş olabilir ama bir şey yapmasam içim içimi yerdi. Gittim ve onunla toplamda beş dakika bile konuşmadım. Yaptığının yanlış olduğunu anlatmak isterken birbirimize çıkıştık, sonra o da sitemle evrakları verip çekip gitti."

 

"Sana bağırdı mı?" dedi aniden.

 

"Ben seni savundum, o da kendisini," diye açıkladım aceleyle. Bağırmasını, sinirlenmesini istemiyordum artık. "Evrakları alır almaz çıktım oradan, sahafa gittim ve gün boyu da..." Sesim kısıldı ve gözlerim gözlerine hapsoldu. "...kabahatimi fark edip utandım. Sahaftan sonra parka gidip oturdum, senin düşündüğün gibi onunla değildim. Sende bu güvensizliği oluşturacak ne yapmış olabilirim bilmiyorum ama tüm yaşananlar bunlardan ibaret. Gelir gelmez dayanamayıp buluştuğumu da sana söyledim ve... ağzımın payını aldım."

 

Doğruları söylerken gözlerinin içine bakmıştım ve bu andan sonra bakmasam da olurdu. "Eve geç gelince onunla olduğunu düşündüm," dedi. Sesinde ıstırap vardı. "O kadar korktum ki gerçekten onunlasındır diye... Arayamadım bile. Dans ettiğini düşündüm, çok gücüme gitti sözünde durmaman."

 

"Neden alkole başvurdun?" diye sordum camdan dışarıyı izlerken. "Bak, sinir hastası olduğunu biliyorum ve bu konuda yaşadığın her şey için çok üzgünüm. Sadece sinirlenip benimle tartışsaydın seni anlayabilirdim ama sen içip resmen sinirini tetikledin. Kıskanmanı da anlıyorum çünkü ben de seni kıskanıyorum. Sinir krizini de anlıyorum ama... kendini zilzurna sarhoş etmeni anlayamıyorum."

 

"Beni kimden kıskanıyorsun?"

 

Muazzez'den.

 

Bu sorusuna herhangi bir cevap vermedim, zaten şu an bahsi geçen konu bu değildi. Genzini temizleyerek, "Haklısın," dedi, sesi içtendi. "O kadar içmemeliydim ama dediğim gibi bir şeyleri aşamadığımda alkole başvuruyorum. Ama bu huyumdan vazgeçerim, senin için..."

 

"Bu kadar aşamadığın ne oldu Hazer?" dedim şaşırıp ona dönerken. Nazımla buluştuğum için gerçekten bu kadar olaya gerek var mıydı? "Tamam, kıskanıyorsun ama yalnızca bir buluşmaydı. Geldiğimde konuşup çözecektik, böyle kırıcı olmana gerek yoktu."

 

"Kıyaslıyorum, kendimi senin etrafındaki herkes ve her şeyle kıyaslıyorum," dedi. Bu sefer başını önüne eğip bakışlarını kaçıran oydu. "Onunla buluşacağını öğrendiğimde kendimi onunla kıyasladım, sonra aptalca bir şekilde dansla kıyasladım. Hem kızdım sana hem kırıldım. Hem ondan kıskandım hem danstan. Elimde değil, içimde böyle... kötü, ısrarcı, yakama yapışan bir duygu var; sürekli kıyas içindeyim. Her konuda böyle ama sen olunca... Sen daha başkasın. Gözüm döndü, ucunu kaçırdım."

 

Babası yüzünden.

 

Gerçekten üzülmüştüm. Hazer'e bunu yaşatmaya hakkı yoktu. Kardeşiyle büyüyen bu kıyas [HT1] [ET2] zamanla, hayatının tümünde etkili olmuştu. "Baban yüzünden değil mi?"

 

El hareketi durdu ve acı dolu bir gülüşle kıvrılan dudaklarını dişleriyle çiğneyerek sustu.

 

"Beter olasıca bir huy işte," dedi gözlerini yere dikerek. Gözleri bir an o kadar boş baktı ki irkildiğimi hissettim. "Bir de... tüm bu kıyasın, kıskançlığın yanında... Nazım daha genç biri, onunla anlaşabilme ihtimalinden korktum. Bizim aramızda çok yaş var, onunlaysa sadece dört yaş var aranda..." Ben hayretle onu dinlerken Hazer tiksinir gibi yüzünü buruşturdu. "Bana, Abilik mi yapıyorsun ona? diyor ya! Ne abisi? Ben aşktan alev almışım, abisisin diyor..."

 

Geri zekâlı Nazım…

 

"Beni çok kırdın," diyerek içimdeki duyguyu dile getirdim. Aramızdaki bu gergin konuşma kalbimi her an daha da kasıyordu. "Dans beni kurtardı, dans sayesinde ümit edip hayatımın aydınlığa kavuşacağına inandım. Biliyorum, söylediğin gibi dansımı beğenmiyor değilsin ama beni kızdırmak için bile söylemeni kaldıramıyorum. Ağır geldi bu bana, anlamanı istiyorum.”

 

Gözlerine kaçamak şekilde baktım ve daha fazla bir şey demeden başımı eğdim. Kaldırımda yürümeye başladım. Sağlıklı düşünmediğim için aşırıya kaçacak kelimeler kurmaktan endişe duyuyordum. Hazer arkamda kaldı. Beni durdurmak, peşimden gelmek istediğini biliyordum ama travmalarım elini kolunu bağlıyordu.

 

"Nereye gidiyorsun peki?" diye sorduğunu duydum. “Onu söyle bari…”

 

"Yetimhaneye gideceğim," diye izah ettim uzaklaşırken. "Leo'yu alıp evde benimle yaşamasını istediğimden bahsetmiştim."

 

“Mila, Leo bizimle benim evimde yaşayabilir," dedi, sesi kaygılıydı. "Biliyorum, kendi ayaklarının üzerinde durmayı istiyorsun ama sırf böyle istediğin için neden benden ayrı yaşamak zorundasın ki?"

 

Dönüp baktım ona. "Ayağım kırıldığında yalnız yaşamamak için seninle kalmaya başlamıştım. İyileştikten sonra da araya başka başka şeyler girdi, aslında biz hiçbir zaman oturup beraber yaşamak hakkında konuşmadık Hazer. Şimdi kardeşimi de alıp senin evinde yaşamak... bana mahcup hissettirir. Ben artık mahcubiyet içinde yaşamaktan çok yoruldum, umarım beni anlıyorsundur."

 

Omuzları daha da kasıldı ve yüzünde mimik oynamadan bana doğru bir adım attı. Dün gecenin ardından aramıza giren soğukluk, yaz mevsiminde olmamıza rağmen bana üşüyormuşum gibi hissettiriyordu. Dudaklarını açtı ama sanırım yanlış bir şeyler demekten korktu. Parmaklarını ürkerek yüzüme uzattı ama başımı hafifçe yana çevirdiğimde yüzüne oturan acı dolu ifadeyle elini yavaşça indirdi. Elinin yumruk halini aldığını gördüm, ardından yutkunduğunu duydum.

 

“Gitmeliyim,” diyerek bu kez daha emin bir şekilde arkamı döndüm.

 

Kaldırımda uzaklaşmaya başladıktan biraz sonra peşimden takip eden adım seslerini de duydum ama Hazer olmadığını biliyordum. Bu Kerem’di. “Gelmene gerek yok,” dedim arkama bakmadan. Taviz vermek istemiyordum. Hazer’in yanından kırgın ayrılırken arabasıyla ve yeniden şoförüyle uzaklaşmak garip olacaktı. “Metro kullanacağım.”

 

“Mila lütfen,” dedi Hazer, arkamdan seslenerek.

 

“Hayır,” dedim direterek.

 

Hızlı hızlı yürüdüm ve ikisi de netliğim karşısında çaresiz kalırken sokaktan ayrıldım. Metroya yürüyene kadar yumruklarımı sıktım ve yol boyunca Hazer’i aklımdan çıkarmaya çalıştım. Yetimhanenin olduğu sokağa girdiğimde Leo'yu göreceğim için yüzümdeki hüznü sildim. Görürse merak eder, bir de benim için endişelenirdi. Yüzüme bir gülücük yerleştirip başımı yetimhanenin kapısına çevirdiğimde adımlarım yavaşladı ve beynim kabul edemediği bir görüntüyle karşılaştı. Tanrım! Annem yetimhanenin kapısında bağırıyordu.

 

Onun hastanede, gözetim altında olması gerekiyordu. Yine mi kaçmıştı? Ama neden arayıp haber vermemişlerdi? Leo'yu görmek için mi gelmişti? Onu ancak yılda bir kere görmeyi isterdi. Sinirlerimin iyice bozulduğunu hissedip karşıya geçtiğimde annemin bağırarak ne söylediğini duydum.

 

"Çocuğumu göreceğim! Beni derhal içeriye alın!"

 

Ona yaklaşırken kulübedeki bekçinin anneme kızdığını duydum. Annemin üzerinde pijamaları vardı, saçı başı dağınıktı. Leo'nun da orada olduğunu gördüğümde tam anlamıyla yıkıldım. Bahçenin ortasında durmuş, ağlayarak anneme bakıyordu. Onu tanımış olmalıydı, birkaç kereden fazla görmemişti ama elinde bir fotoğrafı vardı. Bahçede birkaç çocuk daha vardı. Onlar da olayı izliyor, annemin çırpınışlarına gülüyorlardı.

 

Annemden bir kez daha nefret ettim. Leo arkadaşlarının önünde küçük düşüp hiç unutmayacağı bir an yaşıyordu onun yüzünden...

 

Leo'yu kurtaramadıktan sonra kendi hayatımı kurtarmamın ne anlamı vardı ki?

 

"Anne!"

 

Kendime engel olamayıp haykırdığımda annemin sesi kesildi ve başını omzunun üzerinden bana çevirdi. Dudaklarında, ağzının kenarlarına kadar taşmış bir kırmızı ruj vardı ve öfkeli, nefret dolu görünüyordu.

 

“Ne işin var senin burada?”

 

“Leo’nun velisi ben sayılıyorum,” dedim ve ona yaklaşıp kolundan tuttum. “Onu görmeye geldim. Asıl senin burada ne işin var?"

 

Kolunu elimden çekmeye çalışırken kaşlarını çatıp yüzünü buruşturdu. Onu en son, yine hastaneden kaçtığı gün görmüştüm ve aradaki tek fark, artık ona karşı daha sevgisiz hissetmemdi. Hiç mi ağrına gitmiyor anne kızın tarafından sevilmemek?

 

"Leo'nun annesi benim ve oğlumu görmeye geldim," dedi bağırarak. "Nereden çıktın Tanrı'nın cezası!"

 

Karnından. Ama biliyorum, hiç çıkmamamı isterdin.

 

Dönüp Leo'ya baktım ve konuştuğumuz her şeyi duyduğunu anladım. Canım benim, geldiğime bile sevinememişti. Ona gülümsedim ve diğer elimi kaldırıp salladım. "Geliyorum ablacığım."

 

Tekrardan anneme dönüp alçak sesle konuşmaya başladım. "Bu yaptığın Leo'yu incitiyor, görmüyor musun? Arkadaşları onunla dalga geçiyor! Hastaneyi arayacağım, gelip seni alsınlar! Benimki gibi kardeşimin hayatını da mahvetmene izin vermeyeceğim!"

 

Gözleri döndü ve kolunu hışımla çekti. "Senin hayatını o güçsüz, ezik baban mahvetti!"

 

Yapma işte bunu, yapma.

 

İçimde, babamı savunmamı isteyen çaresiz bir güç belirdi ve ellerim titredi. Annemin aklı bir gidiyor, bir geliyordu. Yine can acıtmak için konuşuyordu, aldanmamalıydım ama kalbim kırılıyordu, dayanamıyordum artık. En iyisi hastaneyi aramak, annemin yerini bildirmekti. Başımı çevirip telefonu cebimden çıkarırken, "Bir daha oraya gitmeyeceğim," diye bağırarak bu sefer beni kolumdan tutan annem oldu. Büyük bir öfkeyle beni sarsınca telefon elimden kayıp düştü. "Leo'yu alacağım, onu bir aileye satarım ve güzel para kazanırız. Mila, anneciğim, sen de düşünsene kazanacağımız parayı..."

 

Leo'yu alıp satmaktan mı bahsediyordu gerçekten? Kolumdan tutuyor, gülümseyerek kazanacağı paradan bahsediyordu. Hastaydı, şuuru yerinde değildi. Biz senin evlatlarınız! diye haykırmak istiyordum. Karnından çıktık, kanından var olduk. Ama bunları söylesem ne, fayda etmezdi ki…

 

Kolumu çekip yüzüne bakarak, "O senin evladın, nasıl onu sat... satmayı düşünürsün? Tanrım, sen korkunç birisin!" dedim âdeta tıslayarak.

 

"Sadece onu değil, seni de satmak istemiştim," dedi ve o an ilk kez yaşamadığım bir şey oldu: Kalbim parçalarına bölündü. Kelimelerden konuşalım mesela, insanı mutsuzlukla baş başa bırakan kelimelerden. Seni de satmak istemiştim cümlesini yan yana getiren kelimelerden... "Üç yaşındaydın daha. Parka götürmüştüm seni, bir adamla anlaşmıştım ama baban olacak ezik gelip işimi bozdu."

 

Karnına bile sığmıştım oysaki, dünyana niye sığamadım anne?

 

Gözlerimin önüne siyah bir perde indi, sonra onun yerini gözyaşlarımın oluşturduğu buzlu bir cam aldı. Her şey bulanıklaşıp kayboldu ve hayata duyduğum tüm neşeyi, umudu kaybettim. Kilitlenip kaldım ve annem konuşmaya devam ederken kafamı çevirip Leo'ya baktım. Hâlâ ağlıyor, utanmış görünüyordu. Başımı ağır çekimde tekrardan anneme çevirdim ve gülümseyerek konuşan yüzüne tahammül edemeyerek bir anda onu sertçe itip yere düşürdüm.

 

"Keşke karnını kesip kendimi içine geri koyabilsem! Keşke doğmasaydım, doğup da bunları duymasaydım! Senin kızın olmanın utancı altında eziliyorum!"

 

Özür dilerim Leo, bağırarak senin de kalbini kırıyorum…

 

Ağlamamak için dişlerimi var gücüyle kenetlerken, annem düştüğü yerde bocalayıp kafasını bana çevirdi. İnsanları düşürmezdim ama artık onun insan olduğuna bile inanmıyordum. Yüzünü saçlarından çekerek burnundan öfkeyle soludu.

 

"Sen aptalsın, benim kızım olamazsın zaten! Ne güzelliğinin ne de bedeninin kıymetini bilemedin!" Dizleri üzerinden doğrulup üzerime yürüdü ve acıdan titreyen bedenimi tutup salladı. Yetimhanenin bahçesindeki herkesin bizi izlediğini hissediyordum. "Bu bedenini, güzelliğini kullanıp zengin olabilirdin! Namus timsali gibi yaşadın da ne oldu? Senin de bedenin benimkisi gibi çürüyüp gidecek!"

 

"Benim ne bedenim ne de ruhum satılık!" diye bağırdım artık ona tahammül edemeyerek. Bana fahişelik etmem gerektiğini söylemesinden bıkmıştım! Canım acıyordu. "Onurlu, gururlu bir hayat süreceğim ben! Senin gibi olacağıma ölürüm daha iyi!"

 

"Beni o deliğe tıktın! Hayatımı çaldınız! Ah ettim, asla mutlu olamayacaksın!" Bir elini dirseğimden çekti ve karşı koyma fırsatı vermeden tokadını yüzüme geçirdi. Yüzüm aldığım darbeyle sola savruldu ve bu yetmemiş gibi beni sertçe itip yere düşürdü. Daha yanağımdaki acıyı hazmedemeden kendimi dizlerimin üzerinde buldum ve ağzımda sevgisizliğinin tadını hissettim.

 

"Kardeşinle senin yüzünden çirkinleştim. Kimse dönüp bana ikinci kez bakmıyor!" Annemin yanıma eğildiğini, bekçinin bir şeyler konuştuğunu duydum ama sadece ağzımdan akan kana odaklanabildim. Gözyaşlarım donmuştu, vücudum kaskatı haldeydi ve saçlarım yüzümü iki yandan örtmüştü. Ağlayamıyordum bile, yalnızca boğuluyordum. Aldığım darbeyle dişim dudağıma sertçe çarpmıştı. Annem saçlarımı tuttu ve kafamı kaldırarak gözlerimin içine baktı. "Ne vardı doğacak, ha? Ne vardı da doğdun?"

 

Ne vardı ben de bilmiyorum ama doğdum işte anne.

 

"Bırak ablamı!"

 

Leo'nun sesini işittiğimde kendim kadar onun için de kahroldum ve saçımı annemden kurtarıp kalkmaya çalıştım. Leo'nun yanına gitmek, en azından onun kalbini iyileştirmek istiyordum. Doğrulmak için harekete geçerek, "Bırak," dediğimde annem saçlarımı daha sert kavradı ve beni ilkinden daha acımasız şekilde yere yapıştırdı. Suratım sertçe kaldırıma vurduğunda dişlerimin çarptığını hissettim ve Leo'nun adımı haykırdığını duydum. Bekçi kapıdan çıkıp yanımıza yaklaşırken annem de saçlarımı bıraktı ama önemli değildi.

 

Çünkü ben de kendimi bırakmıştım.

 

Gözyaşlarım birbiri ardına düştü ve omuzlarım sarsıldı. Gözyaşlarım dudaklarımdaki kana karışırken, bekçinin en sonunda annemi iterek benden uzaklaştırdığını gördüm göz ucuyla. Hâlâ bana hakaret ediyor, Leo'ysa bağırarak bu tarafa koşuyordu. Ağlamaktan, dizlerimin üzerinde kalıp küçük düşmekten utanç duydum bir kez daha.

 

"Abla, ablacığım!" Leo'nun kapıdan fırladığını gördüğümde Tanrı'dan yardım istedim ve kalan son gücümle başımı yerden kaldırdım. Alnım ezilmiş, burnum yere sürttüğü için acımıştı. Saçlarımı yüzümden çekerek soyulan ellerime baktım ve hıçkırarak gözlerimi Leo'ya çevirdim. Bana koşuyordu. Yanıma varıp dizlerinin üzerinde önüme oturdu ve gözyaşları içinde bana baktı. "Dudağın kanıyor..."

 

"İyiyim," diyerek gülümsedim ve elimin tersiyle akan kanı silmeye çalıştım. Canım benim, o da mahvolmuştu. Annesini, ablasını döverken görmek... Gözyaşlarım akmasına rağmen daha çok gülümseyip ellerimi yere yasladım. "Hadi kalk, içeriye geçelim Leo."

 

"Bırak beni!"

 

Annemin bir kez daha haykırdığını duyduğumda başımı ona çevirdim ve geri geri gittiğini, parmağını bana doğru salladığını gördüm. Yine o kazanmıştı işte, daha ne istiyordu? Bir kere bile onunla ağlamadan vedalaşamamıştım, her defasında ya beni dövmüş ya da kelimeleriyle incitmişti.

 

"Sadece benim değil, babanın da hayatını mahvettin!" diye bağırdı. "Senin yüzünden uyuşturucuya başladı, intihar ettiği gün de uyuşturucunun etkisindeydi."

 

Dünyam hiç oldu o an. Tüm aklımı birkaç saniye içinde kaybettim. Zihnim bu cümleyi tarttı ve kalbim katılaşıp bir taş gibi göğsüme oturdu. Uzun bir çınlama kulaklarımı esir alırken kafam iki yana doğru sallandı. Annem arkasını döndü, caddenin karşısına geçip koşmaya başladı.

 

Dudaklarımdan, "Hayır…" kelimesi döküldü. Deli gibi nefes alıp vermeye başladım. Doğrulup onun arkasından birkaç adım attım. "Hayır, bu ger... gerçek olamaz..."

 

Leo bir şeyler diyordu ama duymuyordum, dönüp ona bakamadım. Hıçkırdım, haykırdım ve çaresizce annemin arkasından koşmaya başlayarak, "Yalancı!" diye bağırdım. Böyle olamazdı, babam uyuşturucu etkisiyle intihar etmiş olamazdı! Annem caddenin karşısına geçip ara sokaklardan birine daldığında perişan halde arkasından koştum. "Yalan söylüyorsun, beni üz... üzmek için dedin! Babam... Babacığım..."

 

Boğazımdan çok daha güçlü bir bağrış koptu ve annem bana ikinci kez bakmadan sokağın köşesinden dönüp gözden kaybolurken vücudum bir kez daha yere kapaklandı. Dizlerimin üzerine düştüğümde yumruklarımı sertçe yere vurarak içimde biriken her şeyi gözyaşlarımla attım. Hıçkırıklara, gözyaşlarına boğulup sarsılan omuzlarımın altında parçalara bölündüm. Bu doğruysa, Tanrım babam gerçekten uyuşturucu kullanıyorsa ve uyuşturucu etkisiyle intihar ettiyse...

 

"Tanrım, Tanrım... Ne... nefes alamıyorum." Elimi boğazıma götürdüm, nefesimi açmaya çalışırken acıyla öksürdüm. "Bu nasıl olur? Ben nasıl bilmem ki? Anne... Anne sen neler diyorsun? Neden beni sürekli acımadan öldürüyorsun?"

 

Dizlerimin üzerinde, çaresizlik içinde arkasından bağırdım ama annem çoktan ortadan kaybolmuştu. Ellerimi sertçe yere vurarak kafamı önüme düşürdüm ve öğrendiğim bu acı gerçeği kabul etmeye çalıştım. İlk kez annemden böyle bir şey duyuyordum, hep saçmaladığı zamanlar olurdu ama bana bundan bahsetmemişti.

 

Yalan mıydı? Akıl sağlığı yerinde olmadığı için mi böyle konuşuyordu yoksa hepsi gerçek miydi? Uyuşturucunun etkisiyle mi intihar etmişti? Küçücük kızının olduğu eve uyuşturucu mu sokuyordu? Yoksa babam da mı beni sandığım kadar sevmiyordu?

 

Bu son zamanlarda kendime sorduğum en acı soru oldu ama cevabını veremedim. Ellerimi kendime çekip kaldırıma oturdum ve annemin kaybolduğu yola bakarak sayıkladım. "Neden acı olan her şey üst üste gelmek zorunda? Neden biri için iyileşme fırsatım olmadan diğer acıyı karşılıyorum? Artık kulaklarımı kapatmak istiyorum, dayanamıyorum duyduklarıma..."

 

Soyulan ellerimi yüzüme örtüp titreyen dudaklarımı dişlerimle ezdim. Burada oturup ağlamak, böyle pervasızca kendimi kaybetmek gururuma dokunuyordu ama öğrendiğim şey beni öyle kahretmişti ki dizlerim tutmuyordu. Ellerimi suratıma vurarak gözlerimi sımsıkı yumdum.

 

"Öyleyse... Neden kimse bana söylemedi ki? Küçücük olduğum için mi? Bu doğruysa... nasıl öğrenebilirim ki bunu?"

 

Bununla alakalı hiçbir şey duymamıştım. Babamın ölüm raporunda böyle bir şey mi yazıyordu sahiden? O rapora ulaşıp öğrenmeliydim yoksa bunu düşünmekten kafayı yerdim. Ellerimi yüzüme bir daha sertçe vurup indirdim ve yoldan geçen iki genç kızın bana baktığını gördüğümde utanıp saçlarımla yüzümü örttüm. 

 

Hadi Mila, kalk.

 

Hadi kızım, hadi.

 

Gözyaşlarımı aceleyle silip kendimi toparlamaya çalışırken, "Ablacığım," diyen sesi duyarak başımı omzumun üzerinden arkaya çevirdim. Leo bana doğru koşuyordu, arkasında da bekçi vardı ve Leo'ya durması gerektiğini söylüyordu. Oturduğum yerden kalktım ama daha doğrulamadan Leo gelip bacaklarıma yapıştı. Onun hizasına eğilip yüzünü tuttum. "Leo, sakin ol canım benim. Bir şey yok, korkma tamam mı? Seni ürküttüysem çok özür dilerim..."

 

"Dudağın kanıyor," diyerek ıslak gözlerini dudağıma odakladı ve küçük elleriyle yüzümü tuttu. "Annem neden sana böyle davranıyor Safir? Anneler çocuklarını döver mi?"

 

Bazıları.

 

Gülümsemeye çalışıp dizlerimin üzerinde durmaya devam ettim ve gözyaşlarını sildim. "Biraz tartıştık, yetişkin insanlar böyle çirkin tartışmalar yaşayabilir," dedim tatlı bir ses tonu kullanmaya çalışarak. "Özür dilerim, beni böyle görmeni istemezdim. İyiyim ben, dudağım da birazdan geçer..." Uzanıp dudağımdaki kanı sildiğinde masumiyeti yüreğime kadar dokundu. "Acımadı bak, gerçekten."

 

Kafasını iki yana salladı. "Ben bebek değilim, beni kandırma artık ablacığım!"

 

Hayatta en korktuğum şeydi bir çocuğun mutsuzluk sebebi olmak. Bu yüzden utanıp alnımı onun alnına yasladım. "Haklısın, acıdı ama sen bir kere gülünce geçer."

 

Gözlerini indirip ellerime baktı ve kaşlarını çattı. Çocuktu işte, duygularını saklamayacak kadar masum. "Ellerin de soyulmuş Safir."

 

Ellerimi hızla yüzünden çekip dizlerime sürttüm ve tozu sildim. "O zaman iki kere gülmen gerekecek. İki kere gülersen ellerim de dudağım da geçer."

 

Bana şüpheli bir bakış atarak önce dudağıma, sonra ellerime baktı. Gördükleri onu üzmüştü ve annemden bahsedip onu daha fazla incitmek istemiyordum. Burnunu çekip bana bir kez, ardından ikinci kez güldü. Sonra tekrardan somurttu. "Geçti mi?"

 

"Gel, sarıl bir ablana..." Kollarını boynuma dolayarak başını boynuma gömdüğünde ellerimle sırtını sıvazlayıp onu bağrıma bastım. Bekçi hâlâ orada dikiliyordu. Dudaklarımı altın rengindeki sarı, düz saçlarına bastırıp onu öpücüklere boğdum. "Mahcubiyetin için üzgünüm ama seninle alay ediyorlarsa zaten onlar senin arkadaşın değildir. Üzülme, başını dik tut ve elimi tutup benimle yetimhaneye gel, tamam mı? Annen yoksa ablan var senin, en iyi arkadaşın da ben olurum."

 

Küçük küçük hıçkırdı. "Eniştem ağlamıyor Safir, ben her şeye ağlıyorum. Hâlâ büyük adam olamadım."

 

Hazer de ağlıyor.

 

"Ağlamak çok ama çok normal bir şey Leo. On yaşında da otuz yaşında da ağlayabilirsin."

 

Başını salladığını hissedip sırtını okşadım. Ağlamak ne güçsüzlük belirtisiydi ne de güç belirtisi. Sadece insan olmanın getirisiydi.

 

"Safir?"

 

"Hım?"

 

"Annem masallardaki kötü cadılara benziyor."

 

Gülsem mi ağlasam mı bilemedim, bu yüzden ikisini bir arada yapıp ondan hafifçe uzaklaştım. Leo da beni bırakıp yumruklarıyla gözlerini ovuşturdu. "Annen hakkında ne düşünmen gerektiğine büyüdükçe karar vereceksin Leo. Sana annen böyle demeyeceğim hiçbir zaman. Bilmen gereken tek şey bizim seni çok sevdiğimiz." Başını sakince salladı. Leo her zaman uslu, akıllı bir çocuktu. Önce onun yüzünü, sonra kendi yüzümü temizleyip ayağa kalktım. "Hadi, elimi tut."

 

"Safir?" dedi küçük elini elime dolarken. 

 

Üzerimdeki tozları silkeledim. "Tatlım?"

 

"Beni seni annemden daha çok seviyorum."

 

Ben de. Gülümseyip önüme döndüm ve elinden tutup yetimhaneye yürüdüm. Bekçi de bizim önümüzden yürüyüp bahçeden içeriye geçti. Leo'ya bakarken gülmeye çalışmıştım ama zerre gülesim yoktu. İçimden bir şeylerin koptuğunu ve çok uzaklara, babamın yanına gittiğini hissettim. Annemin söyledikleri zihnimde yankılanıyordu. İçimde öyle bir yer yara almıştı ki bir daha kimsenin o yarayı temizleyebileceğini sanmıyordum.

 

"Abla, elimi sıkıyorsun..."

 

Leo'nun sesini duyar duymaz elimi gevşettim. "Affedersin," dedim telaş içinde. Daha ürkek tuttum parmaklarını. "Acımadı ya?"

 

Kafasını iki yana salladı. "Bir yerim acıyor ama anlamadım. Mesela elimde, yüzümde, ayağımda acı yok ama canım acıyormuş gibi hissediyorum Safir."

 

Kalbin acıyor.

 

Başımı önüme çevirdim, kalbinin acıdığını söylesem beni anlamazdı. Omuzlarımı düşürüp onunla bahçeye geçtim ve Leo'yu daha fazla üzmemek için kendime çekidüzen verdim. Üst kata, müdirenin odasına çıktığımda bana, yaşanılan bu talihsiz an için çok üzgün olduğunu söyledi. Ona bir şey demedim, oturup Leo'ya sarıldım ve kardeşimi almak için imzalamam gereken evrakları sordum. Bana birkaç kâğıt verdi ve ikimize de acıyan gözlerle baktı.

 

"Gurur kırıcı bakışlarınızı üzerimden çekin," diyerek kâğıtları elinden aldım.

 

"Yanlış anlaşıldım," gibisinden bir şeyler dedi ama cevap vermedim. Evrakları okuyup imzaladım ve Leo'nun saçlarını okşamaya devam ettim. İçimde biriken hıçkırıklarım varmış gibi sallanıyordu omuzlarım. Evrakları imzaladıktan sonra müdire birkaç şey söyledi. Önümüzdeki bir hafta içinde sosyal hizmetlerin evimi görmeyi isteyeceğini, ondan sonraki bir hafta içinde de kararın çıkabileceğini söyledi. Leo'yu almak için sayılı günlerim kalmıştı.

 

Son kez onsuz ayrıldığımı ümit ederek yetimhaneden tek başıma ayrıldım ve sahafın yolunu tuttum. Ayrılırken Leo'yu defalarca kez öpmüş, ağlamamasını söylemiştim. Benden sonra ağlayacak gibiydi, muhtemelen geceleri yatağında da ağlıyordu. Kaçamaz, bunları görmezden gelemezdim. Önceliğim Leo'yu almaktı.

 

Ve artık babamın ölüm raporuna ulaşmak...

 

Sahafa ulaşana kadar birkaç kez yolları karıştırdım, birkaç kez çöp konteynırına çarptım ve birkaç kez da arabanın altında kalmaktan son anda kurtuldum. Kafam karmakarışıktı, durup durup olanları düşünüyordum. Uykusuz, zor bir gece geçirmiştim ve üstüne bu olanlar... Birine sarılıp uzun uzun ağlamaya ihtiyacım vardı. 

 

Sahafa geldiğimde selam veremedim, kimsenin selamını alamadım, direkt çantamı bırakıp üst kata kaçtım. Rafların arasına dalıp kitaplarla uğraşırken sık sık duraksayıp annemin söylediğini düşündüm. Babamla ilgili sayısız güzel anı hatırlıyordum ama uyuşturucu bu anıların hiçbir yerinde yoktu.

 

Çalışırken veya kahrolurken ne kadar süre geçti bilmiyorum ama arkadaşımın bana seslendiğini duyduğumda ürküp elimdeki kitabı düşürdüm ve ona döndüm. "Seni görmek isteyen birisi var," dedi. Merdivenin başında duruyordu. "Orta yaşlı bir beyefendi."

 

Eğilip yerden kitabı alırken kimin geldiğini soracak oldum ama çalışma arkadaşımın arkasından çıkan kişiyi gördüğümde ağzım bir karış açık kaldı. Tanıdık adam basamakları ağır ağır çıkıp çalışma arkadaşıma bir gülümseme gönderdi ve ardından bana doğru ilerlemeye devam etti. Çalışma arkadaşım bir şeyler mırıldanırken eğildiğim yerden doğrulup Hazer'in babasına baktım.

 

 

"Merhaba Safir," dedi gözlüklerini çıkarıp beyaz gömleğinin cebine koyarken.

 

Karşımda olduğuna inanamayarak geçirdiğim birkaç saniyeden sonra yutkundum ve omuzlarımı dikleştirerek, "Merhaba," dedim düz bir sesle. "Beni tanıdığınızı bilmiyordum."

 

"Elbette tanıyorum," diyerek etrafımıza, sahafın içerisine şöyle bir göz gezdirdi. "Oğlumun kız arkadaşısın, tanımamam garip olmaz mıydı?"

 

Elimdeki kitabı rafa koyup bir adım kadar geriledim. "Hiç tanışmamıştık, bu yüzden beni tanımanıza ve sizi burada görmeme şaşırmamı mazur görün."

 

"Evet, tanışmamıştık ama elbette oğlumun hayatındaki kadın hakkında her türlü bilgiye sahibim." Soğukkanlılıkla, ciddi ve gözlerini üzerimden çekmeden söylediği bu kelimelerden sonra kafasını çevirip kenardaki masaya baktı. "Oturabilir miyiz?"

 

Burada ne işi vardı?

 

Başımı sallayıp sakince o masaya yürüdüm ve karşılıklı oturduğumuzda ellerimi kucağımda birleştirip gözlerimi ona çevirdim. Oldukça dinç, kendinden emin ve… zengin görünüyordu. Beyaz gömlekle kumaş pantolon giymişti. Yaşlı görünmüyordu, özgüvenli ve soğuktu. Dirseklerini ahşap masaya yaslayıp gözlerini bana dikti. Rahatsız oldum, erkeklerle konuşurken hâlâ çekiniyordum. Onun neden burada olduğunu merak ederek genzimi temizlediğimde, "Hazer bizi tanıştırmamıştı, ben gelip seninle tanışmak istedim," diye izah etti.

 

Gözlerine baktıkça bu gözlerin Hazer'e nasıl sevgisiz baktığını hatırlıyor, yüzümü buruşturmamak için zor duruyordum. Tek kaşımı kaldırarak kucağımdaki ellerimi sıktım. "Hazer tanışmamızı istemediyse bir bildiği vardır," diyerek açıkça ona rest çektim.

 

Sanırım bu kadar katı olmamı beklemiyordu ki bir an için afalladı ama uzun sürmedi. "Sen de onun gibisin. Saygı duymanız gereken insanlara saygı duymuyorsunuz."

 

"Saygısızlık mı ettim? Oysa sadece dürüst davranıyordum."

 

Kendisine sabırlı veya çok nazik olamayacaktım. Zaten canım burnumdaydı, dünden beri duymadığım şey kalmamıştı. Kalbim acıyordu, bir an önce neden burada olduğunu öğrenip kendisinden gitmesini isteyecektim.

 

Sandalyede dikleşip ellerini önünde bağladı ve daha sert gözlerle bana baktı. "Anlaşılan Hazer benim hakkımda sana pek güzel şeyler anlatmamış."

 

Hazer'in babasıyla olan iç savaşını, kendi içinde babasını asla yenemediğini hatırlayıp kahroldum. Dik dik ona bakarak, "Burada olma niyetinizden bahsederseniz belki size yardımcı olabilirim?" dedim.

 

Beni kibirli bulmuş olmalı ki yüzü sirke satıyordu. "Madem direkt niyetimi öğrenmek istiyorsun, fazla uzatmayacağım Safir." Sesi buz gibiydi ve gözlerimin içine daha sert bakıyordu. "Açıkçası Hazer'in beraber olduğu kadınlar umurumda değil, kiminle görüşüp münasebette olduğu da beni alakadar etmez. Seninle olan ilişkisini de umursamadım; otuz yaşına gelmiş adam, kendi kararlarını verir diye düşündüm. Fakat... son günlerde hiç tasvip etmediğim bir şey öğrendim, bu yüzden gelip seninle konuşma gereği duydum."

 

Tanrı aşkına neden bahsediyordu? Dediği gibi ikimiz de yetişkin insanlardık ve ilişkimiz kendisini alakadar etmezdi. "Daha açık olur musunuz?" dedim.

 

"Olayım," diyerek öne eğildi ve dişlerini sıkarak ürkütücü bir yüz ifadesiyle konuştu. "Annen gibi otoyol kaldırımlarında aranıyorsan oğlumun hayatından çek git! Soyadıma böyle ahlaksızlıkları bulaştırmayın!"

 

Dedi karısını aldatan adam.

 

Artık ağlayamazdım. Olmazdı, susamazdım artık. Kabul, bu çok ani olmuştu. Kabul, nefesimi kesip canımı da yakmıştı ama hemen sakin olmalı, yüzümdeki acıyı silmeli ve ona ağzının payını vermeliydim. Annemin fahişe olduğunu öğrenip beni ahlaksızlıkla suçluyordu. Başımın döndüğünü hissedip ellerimle masaya tutundum ve güçlükle yutkunup ağzımı açtım.

 

"Rica ederim kendinize haksızlık etmeyin, ahlaksızlık sözkonusu olduğunda sizinle boy ölçüşemem." Titreyen dizlerimin üzerinde doğrulup yukarıdan ona baktım. "Friedrich Nietzsche, 'Kim ahlak ve namus şövalyeliği yapıyorsa, bilin ki en namussuzu odur,’ der. Beyninizi kullanma biçiminize bakacak olursam siz bu cümleyi okumaya değer bile görmemişsinizdir. Tercüme edeyim, burada namussuz olup namus şövalyeliği yapan sizden ve ikiyüzlülüğünüzden bahsediyorum. Rica ederim ikisini de alıp buradan gidin!"

 

Taş kesildi. Sol gözünün belirgin şekilde seğirdiğini, çenesinin titrediğini gördüm. Ne haddineydi benim namusumu, ahlakımı tartmak? Öfkeden midem sıkışmıştı. Yumruklarını masaya yaslayıp doğruldu ve benim gibi sertçe bana bakmaya devam etti. "Utanmazlığına bakılırsa sen gerçekten annenin kızısın!"

 

"Şükürler olsun ki Hazer babasının oğlu değil! Bahar Teyze yanlış seçimlerine rağmen dünyaya harika çocuklar getirmiş!"

 

Dudakları aralandı ama hiçbir şey diyemedi. O kadar korkutucu baktı ki gerçek anlamda bana vuracağını bile düşünüp gardımı aldım ve bir adım kadar geriledim. Titriyordum ve aşırı ağlama isteğim vardı; gururum kırılmıştı. Sandalyesini geri itip yumruklarını çekti ve arkasını dönüp gitmeden önce, "Annesinin kızı," dedi bir kez daha, tükürür gibi. Ardından hırsla ahşap basamakları indi. 

 

Arkamdaki rafa yaslanıp elimi kalbime götürdüm ve onun gözden kaybolduğu basamaklara baktım. Kalbimin ve gururumun kırılmadığı bir gün olursa, işte o gün mutlu olacaktım. Birkaç adım atıp cama yaklaştım ve sahafın önündeki siyah arabayı gördüm. Hazer'in babası Cüneyt, şoförünün açtığı kapıdan girdi. Cama yaslandım ve araba uzaklaşırken kollarımı kendime sarıp usul usul ağladım.

 

Bu kez kalbimi tutup elimin veya ayağımın acıdığını söylemeyeceğim. Soran olursa direkt kalbimi tutup onun acıdığını söyleyeceğim.

 

🌑

 

İnsan nefes alamadığını sansa da yaşamaya devam ediyor.

 

Bazen yüksek bir binanın tepesine çıkıp aşağıya baktığımı, rüzgârın ve yüksekliğin başımı döndürdüğünü hissediyordum. Saçlarımın dans ettiğini, kanın beynimde uğuldadığını, kendimi kelebek sanıp oradan atlarken birinin elimden sıkıca tutup beni çektiğini... Hissetmek acıyken zulüm, tatlıyken mutluluktu.

 

Neden buraya, kendi evime değil de Hazer’le yaşadığımız eve geldiğimi bilmiyordum. Sahaftan çıktığımda ayaklarım beni buraya getirmişti ve yaklaşık on dakikadır sokağın başında durmuş eve bakıyordum. Hazer gün içinde beni bir kez aramıştı ama sesim çok kötü olduğu için açmamış, meşgul olduğumla ilgili bir mesaj atmış, Kerem'in beni almasına gerek olmadığını söylemiştim. İşe gidip gitmediğini bilmiyordum. Muhtemelen evde, beni bekliyordu ama onunla konuşmaya halim yoktu.

 

"Evet Safir, onunla konuşmak değil, ona sarılıp sadece ağlamak istiyorsun..."

 

Kendime söylenip olduğum yerde durmaya son verdim ve eve doğru ilerledim. Bahçe kapısında durduğumda anahtarı çıkarıp kapıyı açtım ve içeriye geçtiğimde sokak kapısından çıkan silueti gördüm. İlk an seçemedim ama saniyeler içinde bana doğru yürüyenin Behram olduğunu anladım. O da karşılaşmamızdan dolayı şaşkınlık yaşayarak bir an duraksadı ve ardından başıyla selam verdi.

 

"Selamünaleyküm."

 

"Aleykümselam," diyerek ben de kendisine doğru birkaç adım attım ve karşısına geçtiğimde yüzümdeki ümitsizliği sildim. "Şaşırdım, keşke geleceğini söyleseydin. Sürekli kapıdan dönerken yakalıyorum sizi... Gazel yok mu?"

 

Behram ellerini keten pantolonunun ceplerine sokarak bakışlarını etrafta gezdirdi. Bir an için onu tereddütlü gördüm ama buna bir anlam veremedim. "Ben... Muazzez’le geldim," dedi, sesi alçaktı. "O da içeride, ben Gazel'i yalnız bırakmayayım diye erkenden ayrılıyorum. İşte olduğunu bildiğimden arayıp haber vermedim. Zaten sizi yemeğe çağırmak için gelmiştim."

 

Bakışlarımı evimizin kapısına çevirdim. "Muazzez’le Hazer içeride mi?" Gözlerimi kırpıştırdım. "Ayrıca ne yemeği?"

 

"Evliliğimiz çok ani oldu, devamındaki şeyler de ama Gazel’le artık gerçekten evli bir çiftiz." İçimdeki tüm kedere rağmen bu söylediğine içtenlikle gülümsedim. "Ve evimizde kimseyi ağırlayamadığımızı fark ettik. Düşündük ve ilk misafirimiz siz olun istedik."

 

"Behram, çok tatlısın," deyiverdim ve onun yanaklarının kızarıklığa bakarken ben de mahcup oldum. Bazen Behram'a sarılıp ne kadar iyi bir insan olduğunu söylemek istiyordum. "Geliriz," dedim. Hazer’le kavgamızı düşünüyordum bir yandan da. "Siz iyi, mutlu olun da... Biz geliriz tabii."

 

Behram gülümseyerek başını salladığında, "Kerem’le Leyla da içeride mi?" diye sordum tekrardan kapıya bakarak. Perdeler kapalı olduğu için içerisi görünmüyordu.

 

"Yok," dedi Behram. Sesindeki mahcubiyet miydi yoksa ben mi yanlış mı yorumluyordum, anlamamıştım. "Leyla'sıyla nikâh için gün almaya mı ne gitmişler..."

 

"İkinci yıldırım nikâhı," dedim, hâlâ sokak kapısına bakarken.

 

"Sıranızı çaldık," diye takıldı bana.

 

Rüzgârda uçuşan saçlarımı düzelttim. "O ne demek, mutlu olun yeter."

 

Başını salladığında, "Ben seni tutmayayım," diyerek önünden çekildim. "Gazel beklemesin."

 

Gülümsedi ve omzunun üzerinden dönüp sokak kapısına baktı. Bu tereddüdüne bir anlam verememiştim, sanki söylemekle söylememek arasında gidip geldiği bir şeyler vardı. Başını tekrar bana çevirerek kaçamak şekilde yüzüme baktı. "Gönül koyma bana, onları baş başa bıraktığım için. Muazzez... Sen de biliyorsun işte Safir, içinde halledemediği şeyler var ve yalnızca Hazer’le konuşursa halledebilir. O yüzden onlara konuşmaları için izin verdim."

 

Gözlerimi sayısız kez kırpıştırarak bakışlarımı tekrardan kapıya sabitledim. Behram, Muazzez'in Hazer'e beslediği duyguların farkındaydı ve yanlış anlamadıysam konuşmaları için onları baş başa bırakmıştı. Ne yani, Muazzez Hazer'e duygularını mı açacaktı? Bu, Hazer'e sarılıp ağlamaya ihtiyacım varken olmak zorunda mıydı?

 

Omuzlarım çökerken mutsuz bakışlarımı bir kez daha sokak kapısına odakladım ve içimden kopup gelen duyguları bastırmaya çalışarak konuştum. "Yani... benden, onları yalnız bırakmamı mı istiyorsun?"

 

"Özür dilerim..."

 

Sanırım yine kendime sarılıp ağlayacaktım.

 

"Safir..."

 

"Sorun değil Behram," dedim, boğazımdaki yumruyu gidermeye çalışırken. "Hiçbirinizi yargılamıyorum."

 

Derin iç çekişini duydum ama hiçbir şey demedi. Yanımdan yürüyüp gittiğinde tırnaklarımı kollarıma batırarak gözyaşlarımı arkaya ittim. Ne kadar yutkunursam yutkunayım boğazımdaki ağırlığı kaldıramıyordum. Behram'ın uzaklaştığını hissedip sokak kapısına doğru birkaç adım attım. İçeride, baş başalardı. Buna katlanmak zorunda mıydım?

 

Birkaç güçsüz adım daha atıp alnımı kapıya yasladım ve gözlerimi yumup vücudumu serbest bıraktım. Neden şimdi konuşmak zorundaydı? Neden bunu beraber yaşadığımız evde yapıyordu? Hazer'e duygularını açtığında ne olabilirdi ki? O bana âşıktı! Bugün için daha fazlasını kaldıracağımdan emin değildim, sanki birisi ağır bir taşla yüreğime vurup duruyordu.

 

"Gerçekten dayanamıyorum artık," diyerek yumruklarımı kapıya yasladım ve titreyen altdudağımı ısırdım. Kapıyı açıp içeriye girsem neyle karşılaşırdım? Hazer bu itiraftan sonra ne hissederdi? Muazzez'e merhamet mi beslerdi? Neden bunları hissetmek zorundaydım ki? Alnımı kapıdan çekip saçlarımı geriye ittim ve kollarımı göğsümde kavuşturup kapının açılmasını bekledim.

 

Önce Hazer, ardından annem, babam, Hazer'in babası, şimdi bu...

 

Kapının üzerine kilitlenen gözlerim doldu ve ilerleyen dakikalar boyunca kapıya bakmayı sürdürdüm. Neden bekliyordum ki? Evime gidip yatağıma gömülecektim, Hazer de istediği kadar onu dinleyebilirdi. Gözyaşlarımı hızlıca silip arkamı dönüyordum ki kapının açıldığını duydum ve bakışlarımı karşıya diktim.

 

Muazzez başını kaldırıp benimle yüz yüze geldi ve irkilip geriye doğru sıçradı. "Sa... Safir?"

 

"Merhaba," dedim. Sesim üzüntü ve gerginlikten çatlamıştı. "Ziyaretini neye borçluyuz?"

 

Muazzez bocalarken eşikten geçip eve girdim. Muazzez kapıdan çıkıp bana döndüğünde arkamda da adım sesleri işittim ama dönüp Hazer'e bakmadım. Muazzez'in kırmızı bir şalı vardı ve yanakları da şalı kadar kırmızı olmuştu. Çantasını omzuna asarken, "Abimle gelmiştik," dedi, yüzünde zorlama bir tebessüm vardı. "Biraz önce ayrıldı kendisi, ben de şimdi gidiyorum."

 

Kollarımı göğsümün üzerinde kavuşturdum. "Senin fazladan kalma sebebin nedir?"

 

Söylemiş miydi? Hazer kendisini seven ikinci bir kadının olduğunu biliyor muydu?

 

Muazzez sorduğum bu soruyla bariz şekilde afalladığında adım seslerini daha yakınımdan duydum ve Hazer'in arkamdaki varlığını hissettim. Başını enseme yaklaştırdığında nefesim kesildi. "Hoş geldin güzelim," dedikten sonra çenesini saçlarıma yasladı ve sanırım başımın üzerinden Muazzez'e baktı. Tanrım, kalbimi anında deli bir hızla attırmayı başarmıştı.

 

"Muazzez’le uzun zamandır görüşmüyorduk, hazır gelmişken konuştuk."

 

Sanırım kavgalı olduğumuzu kimseye çaktırmak istemediği için bana bu kadar yakın davranması kabul edilebilirdi. Kendisinden uzaklaşmadan çenesinin başıma yaptığı baskıyı hazmetmeye çalışırken, "Evet," dedi Muazzez ve geriledi. "Çok bile kaldım, gideyim ben artık."

 

"Kendine iyi bak," diyerek onu uğurladı Hazer.

 

Muazzez ikimize de tereddütlü bir gülümseme göndererek arkasını döndü ve saniyeler içinde sokak kapısından çıkıp gözden kayboldu. O kaybolduğunda Hazer'in çenesinin altından çıkıp portmantoya doğru bir adım attım ve Hazer de yutkunarak geriledi. Sıcaklığına hazırlıksız yakalanıp etkilendiğim için portmantoyu açarken ellerim titredi. Çantayı kenara bırakıp eğildim ve ayakkabılarımı çıkardım.

 

"Gelmeyeceksin sanmıştım," dediğini duydum Hazer'in, sesi gerçekten sevinç doluydu. Sanki burada olduğuma inanamıyordu. "Yine evine gideceksin sandım. Ben de tam çıkıp evine gelecektim."

 

Belki de gitmeliydim. Ayakkabılarımı da çıkarıp portmantoya bıraktıktan sonra dolabın kapaklarını kapatıp yorgunca yüzümü kapağa yasladım. Cidden ne konuşmaya ne de bir şeyler dinlemeye dermanım kalmıştı. Omuzlarım çöktü ve loş holde onun artan kalp atışlarını duydum sanki. Tepkisizliğim ilgisini çekmiş olmalı ki, "Mila?" dedi ürkek bir fısıltıyla.

 

"Kalbimi koruyamıyorum," diye fısıldadım tüm yenilgileri kabul ederek.

 

"Bebeğim, ağlıyor musun sen?"

 

Bebeğin çok üzgün Hazer.

 

Hazer'in bana yaklaştığını hissettiğimde ondan önce davranıp döndüm ve kaygı dolu, üzgün bakışlarına karşılık verdim. "Muazzez’le ne konuştunuz?"

 

"Havadan sudan şeyler," dedi ve sonra bakışları yüzümde dolaşırken ansızın karardı. Bir anda üzerime yürüyüp kemikli parmaklarıyla çenemi nazikçe tuttu. Yüzünün aldığı şekil... Nefesi kesilmişti sanki. "Dudağına n'oldu? Sen..." Yüzümü hafifçe kaldırdı. "Alnın ve burnun da..."

 

"Düştüm," dedim zira yalan değildi, sadece eksikti. Yüzümü önüme eğdim. "İyiyim, kaygılanma."

 

"Bebeğim, nasıl düştün sen böyle?" Sesinin titrediğini duyduğumda gözlerimi kapattım ve kafamı iki yana sallayarak ondan uzaklaştım. Hazer'in temasının kaybolmasıyla üşüyüp arkamı döndüm ve onun şaşkın soluğu kulaklarımı doldururken merdivenlere yöneldim. "Mila, n'olur bir şey söyle! Neyin var Allah aşkına? Dur, merhem bula..."

 

"Lüzumu yok," dedim basamakları ağır ağır çıkarken. Sanırım Muazzez ona duygularından bahsetmemişti, Hazer bu kadar tepkisiz olmazdı.

 

"Yüzüme bile... bakmayacak mısın?" diye sordu, sesi yeniden titremişti. "Tamam, bakma ama Allah aşkına, müsaade et de merhem süreyim yüzüne!"

 

"Uyumak istiyorum Hazer, müsaadenle."

 

"Ama... Ama..."

 

Korkuluğa tutunup basamakların tümünü çıktım ve koridorun başında durup ışığı yaktım. Önce tam karşıdaki odaya baktım, sonra da misafir odasına. Nerede kalacağım belliydi. Odaya geçmeden önce banyoya geçtim ve aynanın karşısına geçip yüzümün haline baktım. Burnumda ve alnımda ufak yara izleri vardı, dudağımın kenarındaysa bir şişlik… Gözlerimi uzun zamandır bu kadar acılı görmemiştim, tüm neşem nereye kaybolmuştu böyle? Suyu açıp birkaç kez yüzümü yıkadım ve kurulamaya gerek görmeden banyodan ayrıldım.

 

Misafir odasına geçip ışığı yaktım ve halsiz adımlarla yatağa ilerledim. Kendimi yatağın ucuna bırakıp yüzümü pencereye dönerken, kafamı yana yatırarak ayın gökyüzüne yaydığı griliğe bakmaya başladım. Sadece ağlamayı istediğim, güçsüz hissettiğim, savaşmaktan yorulduğum umutsuz bir geceydi. 

 

Sanki çok iyi dans ediyorsun da.

 

Seni de satmak istedim.

 

Baban uyuşturucu kullanıyordu, intihar ederken uyuşturucu etkisindeydi.

 

Annen gibi aranıyorsan oğlumun hayatından çek git.

 

"Hem iyi dans edemiyorum hem aranıyorum hem satılmak istendim... Hem de babam..."

 

Sol gözümden bir yaş daha kaydığında susup sadece gökteki yıldızlara baktım. Babamın gerçekten uyuşturucu kullanıp kullanmadığını öğrenecek, ölüm raporunu görecektim. Annemle yaşadıklarımı Hazer'e anlatmak, hatta sadece ona söylemek istiyordum ama ona da dargındım. Babasının söyledikleri... Hazer'e söyleyemezdim; utançtan yerin dibine girer, gidip bir delilik yapardı.

 

"Burada mı uyuyacaksın?"

 

Hazer, Hazer, Hazer...

 

Hiç tepki vermeden gözyaşlarımı ağır ağır sildim. Adımları parkede tok sesler bıraktı ve saniyeler içinde yatağın diğer tarafı onun ağırlığıyla çöktü. Kafamı çevirsem görebilirdim ama çevirmedim. Bana bakıyordu ve merhametine, şefkatine çok ihtiyacım vardı ama... Amalar... 

 

"Mila, perişan görünüyorsun," dedi, kendisi farklı görünüyormuş gibi. Yatakta kıpırdandı, muhtemelen bana dönmüştü. "Ne desem bilemiyorum. Ne yapmam gerek kestiremiyorum... Gitmenden, ürkmekten, yanlış anlamandan korkuyorum. Uzağında duramıyorum, yakınına gelmekten çekiniyorum. Dünden beri bir kere bile sevgi dolu bakmadın bana..."

 

Bunu ayırt edebildiğine göre ona sürekli sevgi dolu bakıyor olmalıydım.

 

"Leo'nun yanına gittiğimde annemi gördüm," deyiverdim, gökyüzüne bakmaya devam ederek. Hazer'e, en sevdiğime söylemezsem kime söylerdim ki bunu? "Hastaneden kaçmış yine, ne zaman kaçtığını bilmiyorum. Leo'yu almaya çalışıyordu, bağırıp duruyordu. Onu orada görünce şaşırıp kaldım. Görmeliydin Hazer, Leo öyle utanmıştı ki… Canım benim. Annemi oradan uzaklaştırmak istedim ama yine gözü döndü..."

 

"Siktir," dedi tıslarcasına.

 

"Kavgaya tutuştuk, dövmeye kalkıştı beni. Annem beni döverken onu durdurmak için hiçbir şey yapasım gelmiyor, sadece sevgisizliğini izliyorum o an..." Aya o kadar bakmıştım ki gözlerimin acıdığını hissettim. "Yüzümü de bu hale annem getirdi, bir yandan da Leo'yu satıp ne kadar para kazanacağımızdan bahsediyordu. İnanamadım Hazer... Ama sonra küçükken beni de satmaya çalıştığını söyledi."

 

Odayı hüzün dolu bir sessizlik kapladı.

 

"Sonra n'olmuş?" diye sordu, sesi ölümcül bir kinle doluydu.

 

"Babam gelmiş, beni satılmaktan son anda kurtarmış," diye cevapladım ve daha fazla dayanamayıp başımı ondan tarafa çevirdim. O da acımı paylaşan gözleriyle hem öfkeli hem de çaresizce bana bakıyordu. "Yıkıldım, benden kurtulmayı bu kadar istediğini öğrenmek kalbimi buz gibi yaptı. Bu da yetmezmiş gibi bir de bana... hiç bilmediğim bir şey söyledi. Hâlâ kulağımda uğulduyor sözcükleri. Babamın uyuşturucu kullandığını, intihar ederken de... uyuşturucu etkisinde olduğunu söyledi. Nasıl gözden çıkarmış kendini? Oysa ben vardım... Kızının olduğu eve uyuşturucu sokuyormuş, sen kızınla yaşadığın eve... uyuşturucu sokar mısın Hazer?"

 

Çocuğumuzla yaşadığımız eve...

 

Dehşet içinde kafasını iki yana salladı. "Uyuşturucu mu?"

 

"Kendini böyle bir karanlığa itmesine mi, belki de beni sandığım kadar sevmemesine mı üzüleyim Hazer?" Hıçkırarak ellerimi yüzüme kapatırken gözlerindeki dehşeti gördüm. "O sözü iliklerime kadar hissediyorum. Kafam cam kırıklarıyla dolu sanki, beynimin her hareketinde düşüncelerim acıyor, anlıyor musun?"

 

Karşı koyamıyordum, gelen acıyı kabul etmeme gibi bir şansım yoktu. Hıçkırıklarımı bastırmak için elimi ağzıma örterken Hazer'in elini bana uzattığını gördüm. Mahvolduğunu gözlerinden anlayabiliyordum. Eli yanağımın tümünü kapladı ve yüzünü bana yaklaştırdı. Yutkunurken boğazındaki o çıkıntı titriyordu. "Çok üzgünüm Mila! Çok yanlış, sevgisiz bir evliliğin sonucu olmak kalbini çok kırıyor olmalı ama... sen bu dünyada başıma gelen en güzel şeysin. Ben senin saçının telini dünyalara değişmem."

 

Gözyaşlarım yüzünden onun yüzünü puslu görmeye başladım. "Satmak istemiş beni," diye bir kez daha hıçkırdığımda Hazer gözlerini yumup beni sertçe kendisine yasladı ve suratım boynuna yerleşti. Gözlerimi sımsıkı yumarak tişörtünün yakalarını tuttum ve ihtiyacım olan sevgiyi, onun varlığıyla karşıladım. Hayata, anneme, babama, hatta ona bile çok güceniktim. 

 

"Niye doğdum ki ben, neden?"

 

"Yalvarırım, deme böyle! Sen başıma gelen en, en güzel şeysin!”

 

Hiddetle atan kalbini, titreyen elini hissettiğimde yüzümü tişörtüne sürterek bir gün boyunca uzak durduğum kokusunu içime çektim ve ardından ondan uzaklaştım. Burnumu çekip yüzümü temizlerken, "Seni de üzmek istemezdim," dedim. Gözlerim omzundaydı, dövmenin olduğu omzunda. "Zor bir gün geçirdim... etkilendim. Şimdi yatıp uyursam... iyi olurum."

 

Yatağın ucuna doğru çekilip ondan uzaklaştığımda Hazer'in eli mecburi olarak sırtımdan ayrıldı ve aramızda, saten çarşafın üzerinde durdu. "İzin ver Mila, merhem süreyim yüzüne."

 

Gözlerim dizinin yanına bıraktığı merhemi seçti, yeni görmüştüm. Sessiz kaldığımda Hazer bundan cesaret almış olmalı ki çekinerek bana yaklaştı ve merhemin kapağını açtı. Yüzümde dolaşan gözleri, kalbimdeki kışı öldürüyordu. Parmağına bir parça merhem alıp önce burnuma, sonra alnımdaki yaralara yavaşça sürdü. Dokunuşu tüy gibiydi.

 

"Sence ben güçsüz müyüm Hazer?"

 

Parmağı bir an duraksadı. "Güçlü veya güçsüz olmak neden bu kadar abartılır ki Mila? Güçsüz olsan ne olurmuş? Her insan güçlü kalmak, dik durmak ister. Ama velev ki güçlü kalamadık, ne olur Mila? İnsanız biz; kimimiz hassas yaratıldık, kimimiz daha metanetli. Bir insan yaradılışından hassassa, kolayca ağlayabiliyorsa bu onu güçsüz yapmaz. Kimse kimsenin karşısında ezilmek istemez orası ayrı, zaten sen de gerektiği şekilde ağzının payını verebiliyorsun karşındakine; bana bile." Biraz daha yaklaşıp yaralı burnumun ucundan öptü. "Ve ben bu imrenilesi özelliğine de bayılıyorum."

 

Böyle düşünmemiştim ama belki de haklıydı. Hepimizin yaradılışı farklıydı, hepimiz olaylara farklı tepkiler verebilirdik. Tamam, bir daha güçlü veya güçsüz olduğumu düşünmeyecektim. Sadece insanım ben, etiketsiz.

 

"Haklısın."

 

"Vallahi mı?"

 

"Yani... söylediklerin mantıklı."

 

Merhemi yaymasına rağmen parmağını dudağımdan çekmedi, düşünceli şekilde baktı. "Genelde insanlar güçlüsün cevabını duymayı ister. İllaki güçlü veya güçsüz etiketi içine girmeyi neden istediklerini anlamıyorum. Ağlayan birini gördüğümüzde zihnimizde ezik, güçsüz bir karakter oluşuyor ama ağlamak da bence insan tepkisidir."

 

"Doğru düşünüyorsun bence," dedim. Her konuştuğumda dudağım parmağına çarpıyordu.

 

Hazer'in yanakları kızardı. "Teşekkür ederim," dedi.

 

Ben bu adama nasıl sevgi dolu bakmayayım ki?

 

Bir şey demeden başımı önüme çevirdiğimde Hazer'in de eli benden uzaklaştı. "Leo'yu ne zaman alabilirmişiz?" diye sordu, sanırım benimle konuşmaya devam etmek istiyordu. 

 

"Müdire Hanım, yakında Sosyal Hizmetlerden birinin gelip yaşadığım yeri görmeyi isteyeceklerinden bahsetti," dedim alçak bir sesle. Bir an durup gergince devam ettim. "Evime geçip Leo için yaşam alanı oluşturmalıyım. Sosyal Hizmetler, kardeşimle senin yanında yaşamamı iyi karşılamaz. Şahsi olarak, tek başıma kardeşime bakabileceğimi görmek isterler."

 

Her şekilde kendi evime geçmem gerekiyordu. Göz ucuyla ona baktığımda çarşafı sıkıp doğrudan karşıya baktığını gördüm. Haklılığım canını sıkmış olmalıydı.

 

“Müjgan'a açtığımız davayı geçtiğimiz haftalarda kazandık," dedi, konuşmamızın rotasını bambaşka bir yere sürükleyerek. "Hem manevi hem maddi dava açmıştık. Maddi davadan kazandığımız para geçtiğimiz günlerde senin hesabına yattı. Dur, hemen karşı koyma. O parayı kullanmaya elinin gitmeyeceğini biliyorum, zaten sana hayatının her alanında maddi, manevi destek de olurum. Ama bir kardeşin var ve bu parayı onun geleceği için neden kullanmayasın Mila?"

 

Leo'nun geleceği... Doğru, Leo bu sene okula başlayacaktı, iyi bir eğitim için para da gerekliydi. Ben de bir miktar para vardı, çalışıyordum da ama... Davadan kazanılan parayı hem Leo hem de yetimhanedeki başka çocuklar için harcayabilirdim. Bir şey demeden başımı salladığımda Hazer gözlerini bana çevirdi. O kadar muhtaç baktı ki bana hem deli hem de mecbur olduğunu hissettim.

 

"Gitme," diye fısıldadı. "Sensiz yaşamak istemiyorum."

 

Titrememesi için dudağımı sertçe ısırırken aniden bir ses duyuldu ve ikimiz de sıçrayıp birbirimizden uzaklaştık. Kapı çalıyordu. Hazer de bunu fark edip doğruldu ve pencereye yaklaşıp perdenin ardından baktı. "Annem gelmiş," dedi.

 

Ardından bana bir bakış atarak odadan çıktı. O merdivenleri inerken ben de doğrulup ışığı yaktım. Aynanın karşısına geçip kendime baktım ve aşağıya inmeden önce kendime çekidüzen verdim. Yorgundum, uyumak istiyordum ama Bahar Teyze’yle Mustafa'yı görmezsem ayıp olurdu.

 

Odadan çıktım ve yüzüme bir gülümseme kondurup merdivenleri ağır ağır indim. Mustafa, Hazer'in üzerine atlamaya çalışıp Beşiktaş formasını gösterirken Bahar Teyze benim inmemi bekliyormuş gibi merdivenlere bakıyordu. Göz göze geldiğimizde daha fazla gülümseyerek, "Hoş geldiniz," dedim. "Bu ne güzel sürpriz oldu Bahar Teyzeciğim."

 

"Hoş buldum dünyalar güzeli kızım." Hafifçe doğruldu ve kollarını etrafıma dolayarak bana sarıldı. Ona sarılınca merhameti iliklerime kadar hissettim. "Rahatsız etmedim ya..."

 

"Burası senin evin Bahar Teyzeciğim, o ne demek öyle?" Kendisinden uzaklaşıp yanına otururken, gözlerinin her zamanki sevgiden başka bir de mahcubiyetle bana baktığını fark edip biraz şaşırdım. "Bir şeyler içer misiniz?"

 

"Isırma la!"

 

Hazer'in serzenişini duyduğumda bakışlarım çaprazımdaki koltuğa çevrildi. Mustafa, Hazer'in kafasını koltuğa bastırıyor, bir taraftan da omzunu ısırıyordu. "Formamı beğendin mi?" diyerek yüzüne baktı Mustafa Kemal. Beşiktaş forması ve dizlerinin altındaki şortuyla çok sevimli görünüyordu. "Yepisyeni."

 

"Siyah ve beyazın olduğu her şey çok güzeldir," dedi Hazer, onu koltuk altlarından tutup kaldırarak.

 

"Kara kartal uçuşa geçiyor," diyerek kollarını iki yana açtı Mustafa Kemal.

 

Hazer'in yüzünde dünden beri ilk kez gülümseme oluştu.

 

"Mustafa?" diye seslendim, sesimi canlı tutmaya çalışarak. "Bana hiç pas vermiyorsun…"

 

Hazer onu indirirken Mustafa omzunun üzerinden bana döndü. Yanakları, ona iltifat etmişim gibi kızardı ve abisinin kollarından inip yanıma koştu.

 

"Nasılsın tatlım?"

 

"Beşiktaşlıyım, sen?"

 

Kıkırdadım ve gülüşüm saçlarının arasında kayboldu. Bahar Teyze de benimle gülerek elimi sıktı. "Hazer de küçükken böyleydi. Nasılsın? diye sorarlardı. Beşiktaşlıyım, sen nasılsın? derdi. Abisinden öğrendi bu da."

 

Hazer'e baktım, sitemli şekilde annesine bakıyordu. Ona baktığımı hissettiğindeyse gözleri bana döndü ve ona adres vermememe rağmen kalbimin yerini bulup oraya dokundu. Bakışlarımı kaçırıp Mustafa'ya döndüm. "Ben de Beşiktaşlıyım, biliyor musun?"

 

"Maça gidelim mi?" diye sordu.

 

"Gideriz," diye cevap verdi Hazer, ben bir şey demeden. "Ama seni götürmeyeceğiz."

 

Mustafa Kemal kaşlarını çatıp kollarımın arasından çıktı ve abisinin üzerine yürüdü. "Yengem beni götürür!"

 

Ani şekilde öksürmeye başladım. Hazer'in de şaşırıp kaldığını fark ederken öksürük krizimin geçmesi için birkaç kez yutkundum. Bahar Teyze gülerek Mustafa'nın poposuna vurdu. "Nereden öğrendi bilmem bunu... Hiç de demedim yani..."

 

Sanırım Bahar Teyze'den.

 

Bahar Teyze, Mustafa'ya kaş göz yaparken Hazer ensesini kaşıyarak genzini temizledi ve sonra uzanıp Mustafa Kemal'i kucağına aldı. Yaklaşıp onun kulağına bir şeyler söylediğinde meseleyi uzatmadığı için şükrederek Bahar Teyze'ye döndüm. Tereddütlü gözlerle bakıyordu.

 

"Bir sorun mu var Bahar Teyzeciğim?" diye sordum.

 

Gülümseyip Hazer'e döndü. "Oğlum, bize biraz izin verir misin?"

 

Hazer annesine n'oluyor gibisinden bir bakış attı ama sonra Mustafa'yla doğruldu. Benimle özel konuşmak istediğini anlamıştım ama Hazer'den sakladığım bir şey yoktu.

 

"Atölyedeyim ben, devam etmem gereken işler vardı zaten."

 

Refleks olarak, "Tamam hayatım," deyiverdim ve Hazer bana dönerken, Bahar Teyze'nin de tatlı tatlı güldüğünü görüp kendime kızdım.

 

Hazer’le Mustafa ortadan kaybolduğunda Bahar Teyze bana dönerek, "Nasılsın diye soracağım ama yüzüm yok," deyiverdi ansızın. Mahcup görünüyordu. "Bugün, Cüneyt'in yanına geldiğini öğrendim."

 

O adamın çirkin sözlerini hatırlayıp ürperirken, "Eve gelince benimle konuştu, senin yanında uğradığından, seninle konuştuğundan... Annenden bahsetti," diyerek elimi daha sıkı tuttu. "Utanmaz herif, bir de neler dediğini söyledi meziyetmiş gibi. Yerin dibine girdim güzel kızım, gelip seni görmesem uyuyamazdım vallahi."

 

"Sen neden utanıyorsun Bahar Teyzeciğim?" dedim, elini okşayarak. "Ben seni biliyorum, kendini açıklama zahmetine bile girme rica ederim."

 

"Sakın ola ki onun söylediklerini ciddiye alıp moralini bozma," dedi, gözlerini benden ayırmadan. "Pervasızdır o, ne dediğini hiçbir zaman bilmez. Kırıp döker, huyudur. Ben... annenin de vefat ettiğini sanıyordum, yaşadığını öğrenince şaşırdım. Hayat kızım, insanı nerelerden nereye sürükleyeceği hiç belli olmaz; anneni de yargılamak bana düşmez. Zaten aranız nasıl, onu da bilmem..." Daha sevecen gözlerle gülümsedi. "Ama anlatmak istersen dinlerim, oturur saçlarını da okşarım, çok seviyorum ben seni..."

 

Dayanamadım, annemde hep aradığım merhameti, bakışı onda görünce kendimi bir anda kollarına attım ve sıkıca sarılarak, "Teşekkür ederim... anne," dedim. Ve sonra göğsüne yaslanıp ona gerçekten anneme sarılıyormuş gibi hissederek sarıldım.

 

Bahar Teyze, ona ilk kez anne dediğimi fark ettiğinden olsa gerek mutlu bir ses çıkardı ve ardından, "Sulu gözlü kızım benim," diyerek, başımı göğsüne yasladı. "Annen tabii... Annen."

 

Çok, çok isterdim annemin de beni Bahar Teyze kadar sevmesini. 

 

Ama olmayacak hayaller kurmam ben, büyüdüm artık.

 

"Gözlerin de şişmiş senin, nasıl ağladıysan artık…" dedi, sırtımı sıvazlayıp. "Ayrıca bana bir kere anne dedin, bu saatten sonra teyze demeni kabul etmiyorum. Çok dertlisin belli, ne zaman istersen annenle paylaşabilirsin, tamam mı?"

 

Bu iyilik karşısında her şeyi anlatmak isterdim ama bunlar aceleyle konuşulacak şeyler değildi, müsait zamanda her şeyi anlatmak isterdim. "Bir gün anlatmayı isterim," dedim minnetle. "Şimdi... saçlarımı okşayabilir misin?"

 

Bir süre çıt çıkmadı, sadece uzun uzun iç çekti ve elini saçlarıma koyup kibar kibar okşadı. O an buna gerçekten çok ihtiyacım olduğunu fark edip gözlerimi kapattım ve annemin göğsünde dinlendim. Artık annem dediğimde sanırım ki aklıma ilk önce Bahar Anne gelecekti.

 

Bir süre daha bana defalarca kez sarılıp evden ayrıldı ve giderken Hazer'e sarılıp Mustafa'yı aldı. Hazer ona bir taksi çağırmıştı, taksiyi beklerken bahçe kapısında karşılıklı durup konuştular. Tüm bunlar olurken evin camından onları izlemiştim. Hazer'e söylememesini umut ediyordum, gözü dönerdi.

 

Taksi geldiğinde Bahar Teyze[HT3] [ET4] , Mustafa’yla binip uzaklaştı ve Hazer bir süre orada durduktan sonra bahçe kapısını kapatıp tekrardan atölyeye ilerledi. Atölyeye girip kapıyı kapattı. Her nedense Hazer geçtiğimiz günlerde atölyenin camını değiştirmişti, artık dışarıdan içerisi görünmüyordu ama içerideyken dışarısı seçiliyordu. Bunu neden yaptığını sorduğumda sadece gülümsemişti. 

 

Kollarımı kendime sararak atölyeye yürürken bahçenin kapısındaki korumaya bir göz attım. Sanırım o bir heykeldi çünkü her seferinde kıpırtısızdı. Kendisine bir şeyler ikram etsem iyi olurdu. Atölye kapısının önünde durduğumda elimi kulpa götürdüm ve nefesimi tutup yavaşça açtım. Arkası dönük şekilde, tezgâhın önündeki koltuğunda oturuyordu ve gri tişörtünü çıkarmış, ensesini siliyordu. Geldiğimi hissettiğinde duraksadı ve ensesini silmeye devam etti. 

 

"Annem anlatmadı, sen anlatmak ister misin neler konuştuğunuzu?"

 

Kapının girişinde durup kısık ışıkta inip kalkan omuzlarına baktım. Işıklarla sorunu neydi bilmiyorum ama evindeki tüm ışıklar loştu, göz yormuyordu. "Paylaşmam," dedim, sırtındaki kıvrımları izlerken. "Annemle benim aramda kalacak," dedim.

 

Eli bir kez daha durdu ve başını omzunun üzerinden bana çevirdi. Saçları alnındaydı, yanakları kızarmıştı ve altdudağını üstdudağına örtmüş, sevinçle bana bakıyordu. "Annem?"

 

"Hımm," diyerek parmak uçlarımda sallandım ama sonra dans etmekten korktuğum için yerimde sabit durdum.

 

Bir an gözleri ayaklarıma kaydı ama yutkunup hızlıca tekrardan gözlerime baktı. "Anneme anne mi diyorsun sen şimdi?"

 

"Sana sormayacağım herhalde," diyerek burun kıvırdım.

 

Tek kaşını kaldırarak tamamen bana döndü ve dilini altdudağında gezdirdi. "Anneme anne diyorsun, bu durumda ben neyin olmuş oluyorum?"

 

Tatlı tatlı güldüm. "Kardeşim?"

 

Yüzü düştü ve ona kızgınlığımdan yaptığım sitemleri iç çekerek karşıladı. Elindeki tişörtü dizine bırakıp bacaklarını iki yana ayırdı ve çenesiyle diğer dizini işaret etti. "Gel."

 

Dizine oturmamı mı istiyordu? Hiçbir şey olmamış gibi mi? Kaşlarımı çatıp omuz silktim. "Avcunu yalarsın," deyiverdim ve ona bir bakış daha atıp hırsla arkamı döndüm. Şaşkınlıkla açılan ağzını son anda görmüştüm.

 

"Bebeğim oluyor mu böyle? Kötü şeyler söylüyorsun," diyerek takıldı arkamdan.

 

Omzumun üzerinden dönüp kızgınlık, sitem dolu bir bakış attım. Dili üstdudağındaydı ve tişörtüyle terli göğsünü siliyordu. "Küstah," deyip arkamı döndüm ve sakin adımlarla eve yürüdüm.

 

"Seviyorsun beni," dedi arkamdan.

 

"Gıcık!"

 

Halsizce güldüğünü duydum ve daha da hızlanıp açık kapıdan içeriye girdim. Kapıyı bir an kızgınlıkla çarpacak oldum ama kapı seslerinden ürktüğünü bildiğim için sakince kapatıp merdivenleri çıktım. Misafir odasına geçip dolaba yürüdüm ve pijama takımımı çıkardım. Kerem ve Leyla hâlâ gelmemişti, belki de geceyi başka yerde geçirirlerdi. Kerem olsaydı Hazer'i beraber gıcık ederdik. 

 

Yatağın köşesine oturdum ve kapının açılma sesini duyduğumda kafamı odanın kapısına çevirdim. Kerem değildi, o eve neşeli girerdi. Adımlarından anlayabilmiştim, Hazer'di. Ellerimi çıplak dizlerime koyup parmaklarımla ritim tutarken kapımın önünden yürüyüp odasına geçmesini bekledim. Ahşap merdivenler gıcırdadı, çıktığını sanıp nefesimi tuttum ama sesler aniden kesildi. Yukarıya çıkmaktan vaz mı geçmişti? Aşağıda mı uyuyacaktı?

 

"Yat uyu Mila," diyerek kendimi azarladım ama bakışlarımı koridordan çekemiyordum. "O sana... dans edemiyorsun dedi!"

 

Yatağın ucundan kalktım ama daha çarşafı açamadan kendimi, odanın çıkışına ilerlerken buldum. Sadece bakacak, sonra dönecektim. Bedenimi koridor duvarının arkasına saklayıp başımı çıkardım ve Hazer'i salonda ararken, merdiven basamaklarında görüp afalladım. Yan şekilde basamağa oturmuş, elindeki pointe... Point mi? Gözlerimi kırpıştırdım, cidden elinde pointimi tutuyordu, pointin diğer tekiyse onun oturduğu basamağın bir üstündeki basamaktaydı. Bunlar eski pointimdi, şu yırtık olanlar ama atmayıp sakladığım...

 

"Hadi, götürüp ver," dedi kendi kendine. Başını salladı ve basamaktan doğruluyordu ki beni görüp olduğu yerde kaldı. Ne yaptığını, pointlerimi neden elinde tuttuğunu anlamayarak ona ilerledim. Hazer bakışlarını kaçırarak yorgun şekilde omuzlarını düşürdü. Ben de oturdum ve ayaklarımı aramızda kalan basamağa uzattım. Ayağımın hemen yanında tozpembe pointim vardı. Gözlerimi kırpıştırıp pointime, sonra iki basamak aşağımda kalan Hazer'e baktım.

 

"Al," diyerek elindeki pointi bana uzattı.

 

Amacını anlayamadan elindeki pointi aldım. Bu pointleri yıkayıp hatıra olarak kaldırmıştım. Onlarla ne yapıyordu? Bu pointimle olan anılarımı anımsayarak güldüm ve onunla göz göze geldiğimde Hazer çenesini dizlerime koyup bana muhtaçmış gibi baktı.

 

"Diktim," dedi, sesi hevesli çıkıyordu. "Yırtıktı ya bu pointlerin, sen atmaya kıyamıyordun... Ben de dikeyim dedim, yırtık yırtık durduğunu gördükçe üzülüyorsundur diye düşündüm. İyi düşünmüş müyüm?"

 

Pointi kaldırarak daha yakından baktım. Tanrım, cidden de yırtıkları dikerek kapatmıştı. Dikişler irili ufaklıydı, ipler görünüyordu ama sağlam olmuş gibiydi. Uzanıp heyecanla diğer pointi aldım ve aynı şekilde onun da tabanındaki yırtıkların kapandığını gördüm. Pointleri kalbime bastırdım ve gözlerine baktım. "Gerçekten dikmişsin," dedim hayretle.

 

Hevesli biçimde kafasını salladı. "Vallahi ben diktim, Kerem'den de hiç yardım almadım!"

 

Kirpiklerimi kırpıştırdım. "Kerem'den yardım almadın mı?"

 

"Sadece iğne ve ipliği bulmama yardım etti, yemin ederim!"

 

Anladığımı göstererek başımı salladım, öyle diyorsa öyledir tabii; gerçekten kendi elleriyle dikmişti. İpler ve iğneler... Babam öldüğünden beri ipleri, annem parmaklarıma batırdığından beri de iğneleri sevmezdim ve bir şekilde beni mutlu edeceklerini düşünmemiştim. Pointleri kalbime daha sıkı bastırdım, neden bunu yaptığını tahmin etmek zor değildi ama gözlerinin içine bakıp yine de sordum. "Neden diktin ki pointlerimi?"

 

Neden kalbime kefen diktiğini sormuşum gibi dargınlaştı bakışları. "İçimden geldi," dedi, sanki inanayım diye gözlerimin derinine inmişti. "Tabii, dün büyük ayıp edip dansınla ilgili haddim olmayan şeyler söylediğim için telafi de etmek istedim ama sırf onun için yapmadım, seni mutlu edecek olmak hoşuma gitti."

 

Beni mutlu etmek çok kolay, bir gülüşüne bakar.

 

"Gracias," diye fısıldadım, pointlerimi kalbime koyarak.

 

Biraz rahatlamış göründü ve çenesini dizimden ayırıp geriledi. "Çok iyi olmadı ama elimden bu kadarı geldi," dedi.

 

Gözlerimi yüzünden çekip ellerine indirdim ve pointleri diken parmaklarına uzun uzun baktım. Nezaketine âşık olmamak elde değildi, ince düşünceli olması her defasında kalbimi tam on ikiden vuruyordu. Af isterken böyle mahcup görünmesi gözlerimi doldurdu. Pointler kalbimin üzerinde dururken elimi usulca eline götürdüm. "İğne parmaklarına battı mı?" diye sordum.

 

Eline dokunmamla parmakları çözüldü. "Dün gece... kalbine batırdığım kadar değil."

 

Parmak uçlarını hafifçe okşayıp elimi yüzüne kaldırdım. Elimin yüzüne ulaşmasını nefesini tutup bekledi ve avcum yanağını kapladığında gözlerini yumarak yanağını avcuma yasladı. Teslimiyeti karşısında kalbim göğsümün altında bir aşk kelebeğine dönüşüp kanat çırptı. Yarın ölse de bugün canlı bu kelebek.

 

"Çok iyisin sevgilim," diye fısıldadım, içimden geldiği gibi. Sevgiyle yanağını okşadım. "Tüm iyilikler seni bulsun."

 

🌓

 

Bu evde dans etmekten çekineceğimi hiç düşünmemiştim. Yürürken dans etmek, evin içinde dönüp durmak benim için yemek yemek, su içmek kadar normal alışkanlıklardı. Bu yüzden farkında olmadan dans etmeye başlıyordum ama sonra hevesim kırılıyor, nerede olduğumu hatırlayarak vazgeçiyordum.

 

O kadar neşesizdim ki bu neşesizliğimle Gazel ve Behram'ı rahatsız etmekten korkuyordum. Fakat yapacak bir şey yoktu, onlara davetliydik ve iyi bir misafir olmalıydım. Sahaftan bir saat kadar önce gelmiş, odaya çıkmış, hazırlanmaya başlamıştım. Dün gece uzun bir süre hiç konuşmadan merdivenlerde oturduktan sonra ben odaya geçip uyumuştum ve sabah olduğunda komodinin üzerindeki bir notla güne başlamıştım.

 

Çillerin bugün, sen uyurken daha parlak, dudakların daha öpülesi görünüyor. Seni özlüyorum… Günaydın.

 

Erkenden çıktığı için onu hiç görmemiş, gün boyu da etrafta ruh gibi dolaşmıştım. Sahafa gitmiş, çalışmıştım ama ne yaptığımı ne yediğimi bile hatırlamıyordum. Döndüğümdeyse bir duş almış, hazırlanmıştım. Kerem ve Leyla evdeydi, nikâh günü aldıkları için mutlulardı ama sanırım Leyla'nın ailesi ona çok kızmıştı.

 

Derin bir nefes alıp tarağı elimden bıraktım ve kurdele takmak yerine, beyaz incili tokayı saçımın sol tarafına taktım. Akşam yemeğine davetli olduğumuz için şık olduğunu düşündüğüm beyaz elbisemi giymiştim. Omuzları hafifçe drapeli, kolları bileklerinde büzgülü, önü düğmeli bir elbiseydi. Zarif, ölçülüydü ve hafif ten makyajının yanında, kırmızı rujumla tamamlamıştım bu elbiseyi.

 

Çantamla telefonumu aldım ve odadan çıkıp aşağıya inerken, Kerem'i koridorun başında gördüm. O da beni görüp uzun bir ıslık çaldı. "Akşamın bu saatinde evimize doğan bu güneşin adı ne acaba?"

 

Neşesini karşılıksız bırakmamaya çalışarak kendi etrafımda döndüm. "Nasıl olmuşum?"

 

"Dünyanın en güzel yengesi olmuşsun," dedi yanıma yürüyüp beni kolunun altına alırken.

 

"Hazer’le küsüz, şu an yengen sayılmıyorum," dedim.

 

"Bak Hazer’le Muazzez'i shiplerim[1] görürsün," dedi aniden.

 

Ona dönüp kızgın kızgın baktım. "O ne demek ya?"

 

"Kız, şaka yaptım," diyerek saçlarımı karıştırdı, gülüyordu. "Sonuna kadar SafHaz'cıyım."

 

Boğazımdan bir gülme sesi çıktı. "Doğalgaz gibi?"

 

Kerem de kendini tutamayıp gülerken son basamağı da indik ve salonda oturan Leyla'yı gördük. Arkası bize dönük şekilde, orta sehpanın önünde oturuyordu ve görebildiğim kadarıyla Fıstık'ın kafesi de sehpanın üzerindeydi. Kerem kolunu omzumdan çekip sehpaya doğru yürüdü. "Safir, senin haberin yok değil mi?"

 

"Neden haberim yok?" diye sordum.

 

"Fındık'tan!"

 

Kerem'in coşkulu sesine şaşırarak kaldırdığı kafese baktım ve kafeste Fıstık'tan başka bir kuş daha olduğunu gördüm. İkisi de kafesin içinde gagalarıyla birbirine vuruyor, aynı şeyleri tekrar ediyorlardı. Kısa çaplı bir şok yaşadıktan sonra, "Hangisi Fındık?" diye sordum gülümseyerek. İkisi de yeşildi ve ayırt edemiyordum.

 

"Ben de onu anlamaya çalışıyordum," dedi Leyla, gülerek doğrulurken. 

 

"Zamanla alışırsınız, merak etmeyin. Artık Fındık da bizimle yaşayacak."

 

Leyle ile gülüştük. Kerem, Fındık'ı nereden bulmuştu bilmiyordum ama görünen o ki Fıstık artık bizden çok Fındık’la uğraşacaktı. Kavga ediyor, kızgın görünüyorlardı. Portmantoya yürürken, "Hazer'in haberi var mı?" diye sordum.

 

Kerem'in gülümsemesi kayboldu, yüzünü astı. "Henüz yok. Bu sefer kovulur muyum sence?"

 

"Bir ihtimal," diyerek kıkırdadı Leyla ve bana döndü. "Çok güzel olmuşsun Safir!"

 

"Teşekkür ederim," dedim, nezaketine aynı oranda karşılık vererek. Asıl kendisi çok güzeldi, özensizken bile hoş görünüyor, mutlu bakıyordu. "Seninle doğru dürüst konuşup, iyi bir ev sahibi olamadım, kusura bakma lütfen Leyla."

 

"O ne demek öyle? Asıl siz benim kusuruma bakmayın, geldim evinize damladım." Mahcup görünüyordu, Kerem'e bir bakış attı. "Kerem yalnız kalmayayım diye gün içinde beni buraya getiriyor."

 

Kerem genelde burada, müştemilatta kalsa da kendi evi de vardı ve çalıştığı için Leyla'yı da buraya getiriyordu. Elbette gelebilirdi, bana arkadaşlık ediyordu. Kerem, Leyla'ya dönüp bir şey söylerken onlara sırt çevirip portmantoya yürüdüm ve hafif topuklu olan ayakkabılarımı çıkardım. Hazer birazdan gelecek olma... diye düşünürken korna çaldı! Gelmişti!

 

Sesi duyar duymaz ayakkabılarımı yere bıraktım ve eğilip hızla giyindim. Eve girmeyecekti, direkt gidecektik. En azından gün içinde bu yönde mesaj atmış, bundan bahsetmişti. Ayakkabılarımı giyip doğrulduktan sonra Kerem’le Leyla'ya döndüm. Kerem, Leyla'ya Fıstık’la Fındık'ı nasıl ayırt edebileceğini öğretiyor, Birinde doksan, diğerinde yüz tüy var, oradan ayırt edebilirsin, diye dalga geçiyordu.

 

"Ben çıkıyorum," dediğimde ikisi de dönüp el salladı. 

 

"Görüşürüz. Barışın, öpüşün, öyle dönün," dedi Kerem.

 

Bir bilsen.

 

Kapıyı açıp dışarıya çıktım ve topuklu ayakkabılarımın üzerinde bahçe boyu yürüdüm. Bahçe kapısı açıktı, koruma açmış olmalıydı. Çantamın askısını sıkıca kavrayıp bahçe kapısından çıktım ve araba kapısını açıp şoför koltuğunun yanındaki yerime yerleştim. Ona hiç bakamadan koltuğa yerleştim ve kemerimi takıp çantamı kucağıma bıraktım. "Merhaba," dedim fısıltıyla. Oturuşunu düzelttiğini göz ucuyla gördüm.

 

"Merhaba."

 

Sadece merhabalaştık.

 

Hazer arabayı hemen çalıştırmadı, bir şeyler daha diyecekmiş gibi kıpırdandı ama bir şey demeden arabayı çalıştırdı. Sokağın köşesinden dönüp yokuşu indi. Yapamadım, bir gün boyunca onu görmemeye daha fazla dayanamayıp göz ucuyla baktım. Sevdiğimi bildiği için gri bir gömlekle siyah kumaş pantolon giyinmişti. Ceketini ve kravatını çıkarmış olmalıydı. Bileğinde şık bir saat vardı. Dikkatini yola vermiş görünse de tereddütlü olduğunu görebiliyordum. 

 

"Sen araba kullanmayı biliyor musun?" diye sordu aniden. Boğuk, genizden gelen sesine hazırlıksız yakalanıp titredim.

 

Elbisemin eteğiyle oynadım. "Elbette bilmiyorum Hazer."

 

Direksiyonu sağa doğru kırıp başka sokağa girerken başını çevirip bana baktı. Bir gün sonra gözlerini gördüm ve nereye ne kadar giderse gitsin, kıyıda hep o kaptanı bekleyeceğime emin oldum.

 

"İstersen öğretebilirim," diye teklif etti, beni incelemeye devam ederek.

 

"Vaktini almak istemem," dedim başımı ağırca cama çevirerek. "Meşgul bir iş insanısın, yapacak daha mühim işlerin vardır."

 

Bir an kalbine tükürmüşüm gibi acılı bir ses çıkardı. "Başarılı kalp kırma girişimi," diye fısıldadı ve başka bir şey demeden arabaya yüklendi.

 

Bir anlık söylemiştim çünkü ona dargındım ve kelimelerim sitemli çıkıyordu. Yolun devamında ağzımızı bıçak açmadı. Ben akıp giden yolu izlerken Hazer de arabayı kullandı. Ara ara dönüp ona bakma isteğimi bastırmak çok zor olmuştu. O da galiba dönüp hiç bana bakmadı, baktığında hissediyordum çünkü.

 

Araba evin olduğu sokağa girerken yavaşladı ve bahçe kapısının önünde durdu. Gazel ve Behram'ı üzmek istemiyordum, yüzüme ikna edici bir tebessüm koyup arabadan indim. Hazer kapıları kilitleyip kaputun etrafından dolandı ve yanıma yaklaştığında gözlerini gözlerime dikti. "Behram ve Gazel de bizim yüzümüzden üzülmesin," diyerek elini bana uzattı. "Tartıştığımızı bilmelerine gerek yok."

 

Terli elimi avcunun içine bıraktığımda Hazer'in parmakları titredi ve elimi sıkıca tutarak önüne döndü. Bana dokunduğunda yutkunmak zorunda kalmıştı. Eline dokunmanın yüreğine dokunmaktan bir farkı yoktu. Önüme dönerek onunla el ele bahçe kapısından geçtim ve evlerine doğru yürüdüm. Hazer sanırım alışkanlık haliyle elimin üzerini okşayıp kapıyı vurduğunda dönüp birleşen ellerimize baktım.

 

"Hoş geldiniz!"

 

Gazel'in sesini duyduğumda kapının açıldığını anlayıp hızla başımı kaldırdım. Önümüzde, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle bize bakıyordu. Saçlarını güzel bir şekilde toplamış, dizlerinin altına kadar uzanan kiremit renkli, yazlık bir elbise giyinmişti.

 

"Hoş bulduk," dedim. 

 

"İmamım nerede?" dedi Hazer, ayakkabılarını çıkarmak için eğilirken.

 

Ben de onun arkasından eğilip ayakkabılarımı çıkardım ve çantamla beraber portmantoya bıraktım. "Namaz kılıyor."

 

Ben de Gazel'e döndüm ve içimden geldiği gibi sıkıca sarıldım. Gazel de kollarını etrafıma dolayıp bana aynı şekilde karşılık verirken Hazer doğrulup holde yürüdü. Onun arkasından bakıp Gazel'in yanağına bir öpücük koydum. "Nasılsın?" diye sordum sesimi enerjik tutmaya çalışarak. "Çok... mutlu görünüyorsun."

 

"Öyleyim," dedi gözleri ışıldarken. "Sen de çok güzelsin."

 

"Mutlu ol," diyerek ondan ayrıldım ve beraber salonun yolunu tuttuk. Kapıdan girdiğimizde içeride yalnızca Hazer'i gördüm. Koltuğa oturmuş, Behram'ın takkesini elinde çeviriyordu.

 

Ben daha geçip oturmadan, "Size enfes bir masa hazırladım," dedi Gazel. Elimden tutup beni çekiştirmeye başladı. "Gel, sana göstereceğim. Üç çeşit yemek yaptım, inanabiliyor musun?"

 

Hazer arkamızdan konuştu. "Yenge gibi yenge."

 

Gazel’le mutfağa, sonra bahçeye geçtik. Yaz olduğu için dışarıya hazırlamıştı. İlerleyip masaya göz attım ver gerçekten her şeyin çok leziz göründüğünü fark ettim. Bahçede lambalar vardı ve hafif bir rüzgâr esiyordu. Dört kişilik, kare yemek masasına beyaz bir masa örtüsü sermişti. Yemeklerin üstü kapalıydı ama mezeler, salata bile doyurucu görünüyordu. 

 

"Ee, nasıl olmuş?"

 

Bu hevesi, mutluluğu karşısında ben de biraz daha iyi hissettim. "Harika görünüyor, ellerine sağlık. Kaç saat uğraştın bakayım bunlarla?"

 

Güldü ama o daha cevap vermeden, "Çok saat," diyerek cevapladı Behram, arkamızdan gelerek. "Sarma sardı, bir tencere hem de."

 

Dönüp arkaya baktık. Behram’la Hazer buraya yürüyorlardı. Behram da Gazel gibi mutlu görünüyordu ama bir anlık göz göze geldiğimizde hâlâ dünkü mahcubiyeti taşıdığını fark ettim. Kabul, bu konuda kalbim kırılmıştı ama aşabilirdim. 

 

"Evet, internetten baktım tarifine," dedi Gazel, Behram'a gülümseyerek.

 

"Eminim çok güzel olmuşlardır," dedim Hazer'i arkamda hissederken.

 

Hemen yanımdaki sandalyeyi çekti ve gözlerini bana çevirdi. "Buyur," dedi oturmam için.

 

"Çok centilmensin," dedim yalancı bir tatlılıkla gülümseyip.

 

"Her zaman," dedi o da imalı şekilde gülüp.

 

Sandalyeye oturduğumda Hazer de kendine yanımdaki sandalyeyi çekip oturdu. Gazel’le Behram karşımızdaki sandalyelere yerleştiğinde, "Bahçe çok güzelmiş," dedim samimiyetle. "Bayağı büyük."

 

"Bu camiye atandığımdan beri burada yaşıyorum," dedi Behram, bana kaçamak bir bakış attı. Üzerinde açık mavi renginde kot bir gömlek vardı. "Ama artık Gazel’le yaşayacağız."

 

"Çocuklar iyi koşar burada," deyiverdi Hazer ve yaptığı ikinci çocuk falsosuyla hepimiz ona döndük. Dalgın bakışları bize döndü ve ne dediğini yeni fark edip bir an utandı. Ardından omuzlarını silkti. "Normal bir şeyden bahsediyorum, ileride çocuğunuz olmayacak mı sanki? Bu arada, adını Hazer koyarsanız sevinirim."

 

Gazel çorbanın kapağını açtığında enfes bir koku yayıldı etrafa. Önümüzdeki kâseleri alıp çorba koyarken Behram kolunu sandalyenin arkasına atarak Hazer'e eğlenen bakışlar attı. "Adını Hazer koymak mı? Ben bir tanesiyle zor baş ediyorum, ikincisine lüzum yok."

 

"Bence de koymayın," deyiverdim tatlı şekilde gülüyordum. "Huyu muyu çeker falan, küçük bir keçiyle uğraşmak zorunda kalırsınız."

 

Gazel'den bir gülme sesi gelirken Behram kaşlarını çatıp ikimizin suratına baktı. "Siz biraz bozuk musunuz?"

 

Hazer dik dik bana bakıp bakışlarının aksi bir tatlılıkla, "Yok, küs değiliz de kıskandı o şimdi çocuk falan deyince..." dedi ve kolunu omzuma attı ve ben yutkunurken yüzüme doğru konuştu. "Tamam, bana benzeyen tek keçi bizim keçimiz olur hayatım."

 

Ağzım bir karış açılırken, "Sen sürekli çocuktan, bebekten bahsediyorsun," dedi Behram, kaş göz yaparak. "Hayırdır?"

 

Hazer'in eli kolumda aşağı yukarı kayarken, kızarıp başımı önüme çevirdim. Genzini temizledi ama Gazel ondan önce davranarak konuştu. "Çocuk seviyordur canım."

 

"Aynen, yengem haklı," diyerek Gazel'i destekledi Hazer, sandalyesine yayılıp. "Çocukları severim ben."

 

Behram tek kaşını kaldırdı. "Şunca yıllık arkadaşınım, ilk kez görüyorum bu ilgini."

 

Hazer ona kaş göz yaptı. "Karıştırmasana la!"

 

Onlar birbirine sataşırken Gazel kâselerimizi önümüze koydu. Ona teşekkür ederek kaşığıma uzandım ama hem omzumdaki el hem bacağıma değen bacak yüzünden heyecanlandığım için zorlanıyordum. Kaşığımı kâseye daldırırken Hazer’le Behram da önlerine dönüp çorbalarını kaşıklamaya başlamıştı. Her ne kadar iştahım olmasa da Gazel için her şeyden yiyecektim.

 

"Çok lezzetli," dedim Gazel'in ışıl ışıl gözlerine bakarak. "Elinin lezzeti varmış, benim aksime."

 

"Yoo hayatım, kendini küçükseme, sen de çok güzel krepler yapıyorsun," dedi Hazer. 

 

Döndüm ve dik dik birbirimize baktık.

 

"Sarmanın da tadına bakın, limonu biraz fazla kaçmış ama gayet başarılı bence."

 

Gazel sarma tabağını ikimizin önüne ittiğinde çatalıma uzandım ve Hazer’le aynı anda birer sarma aldık. Behram da uzanıp güzel sarılmış bir sarmayı aldı ve yerken Gazel'e döndü. "Çok güzel olmuş, bir daha olmasın," dedi ve bu Gazel'i gülümsetmeye yetti.

 

"İmamım, bir de Gazel'in yollarında bayıl istersen," diyerek Behram’la dalga geçti Hazer ve Behram ona tövbe çekerken Gazel'e döndü. "Eline sağlık, gerçekten çok güzel olmuş."

 

"Afiyet olsun," dedi Gazel coşkuyla. "Tarifini sana vereyim istersen?"

 

Ben başımı önüme eğip gülerken Hazer yüzünü astı. "Benimle dalga geçersen, karım da seninle dalga geçer," diyerek kolunu Gazel'in omzuna attı Behram.

 

Çorbayı karıştırırken göz ucuyla Hazer'e bakmadan edemedim. Kısık gözleriyle Behram ve Gazel'i süzüyor, cık cıklıyordu. "Behram ellerimden kayıp gidiyor resmen," dedi kıskançlık dolu bir dehşetle.

 

Gazel bu tepkiye kahkaha atarken Behram gözlerini devirdi. Kaşığımı çorbamda dolaştırarak omzumdaki ele baktım ve parmaklarının tenimi tatlı tatlı okşaması karşısında resmen eridim. 

 

"Seni kuma olarak alacağım ben, ağlama," dedi Behram ciddi ciddi. Sonra Hazer onlara bozuk attığında daha çok güldüler. Gözlerimi elinden çekebilsem onlara bakardım ama parmaklarının hareketini izlemek çok hoşuma gidiyordu. Hazer bir şeyler daha diyerek Behram’la atışmaya, Gazel de onlara gülmeye devam etti.

 

Gazel bu kez ikinci yemeklerimizi servis ettiğinde içecekleri almak için mutfağa ben gittim. Isınmasınlar diye içecekleri getirmemişti. Limonata ve sodaları alıp bahçeye çıktığımda saçlarım rüzgârda savruldu ve gözlerim sevgilimin gözleriyle kesişti. Bahçede, yanan ışığın altında yanlarına yürüyüşümü izliyordu. Masaya varıp içecekleri koymak için eğildiğimde gözlerini dekoltemde gezdirdi ve sandalyeme yerleştiğimde elini çıplak dizime koydu. İkimiz de sırtımızı dikleştirerek sandalyede kıpırdandık.

 

"Siz bugün bir tuhafsınız sanki," dedi Gazel içeceklerimizi doldururken. Behram da buna katıldığını söyleyen birkaç şey dedi ama ikimiz de ses etmedik, geçiştirdik. Kabalığımdan utandım. Çok mutlulardı, onları üzmek istemezdim. İçeceklerimizle yemeğe devam ederken elimi dizime indirip Hazer'in elini ittim. Çatalını kenara bırakıp bana döndüğünde ona düz düz baktım ama üç saniye geçmeden Hazer'in elini tekrar dizimde hissettim. 

 

Fırsatçı. Sen şimdi görürsün.

 

"Behram," diyerek karşıya dönerken Hazer'in bakışlarının anlamsızlaştığını görmüştüm. Gazel’le Behram seslenmemle bana döndüğünde gülümseyerek konuştum. "Biliyor musun, Hazer dövme yaptırdı."

 

Behram'ın elindeki çatal düştü ve Hazer öksürük krizine girerken Gazel de dudaklarını dişleyip tereddütle her ikisine baktı. Gözlerimi kırpıştırıp tekrar Hazer'e döndüm ve onun eli dizimden çekilirken, "N'oldu?" dedim saf saf. "Boğazında mı kaldı?"

 

Hazer apaçık hayretle bana bakarken bu ufak numaramdan dolayı biraz utandığımı hissettim. Behram kaşlarını çatıp cık cıkladı. "Dövme mi yaptırdın sen?"

 

Hazer kafasını şiddetli şekilde iki yana salladı. "Hayır!"

 

“Yalan söyleme, ağzında nimet var," dedi Behram ayıplarcasına.

 

Hazer bakışlarını kaçırıp ensesini kaşıdı, utanmış görünüyordu. Hem gülmek geliyordu içimden hem de kızmak. "Sarhoştum, hatırlamıyorum," diye yalan attı.

 

Behram kollarını göğsünde kavuşturdu. "Yalan söylüyorsun."

 

Hazer yanaklarını şişirdi ve kabul etmekten başka şansı kalmadığında, "Evet, yaptırdım," dedi. Kollarını göğsünde bağlayıp hepimize dik dik baktı. "N'olmuş yani?"

 

"Serseri," dedi Behram kaşlarını çatarak. Onun bu tarz, vücudumuza zarar veren eğilimleri tasvip etmediğini biliyordum. Zaten bu yüzden de Hazer'i ona şikâyet etmiştim. "Nerene ne yaptırdın?"

 

Bakışlarım istemsiz şekilde omzuna kaydı. O dövmeyi çok seviyordum ama yaptırdığı günden beri görmemiştim. "Söylemem," dediğinde irkilip omzundan ayırdım gözlerimi. "Mila için yaptırdım zaten, sizin görmenize gerek yok. Manitamla aramda."

 

"Yaa," dedi Gazel, gözlerini kocaman açıp bana döndüğünde utandığımı hissettim. Behram hâlâ tövbe çekiyordu. "Adını mı yazdı yoksa?"

 

"Hayır," dedim buruk bir tebessümle.

 

"Çok istiyorsan adını nikâh defterine yazsaydın," dedi Behram. Kafasını iki yana sallıyor, açık şekilde Hazer'e trip atıyordu. "Üzerine niye yazıyorsun?"

 

Gazel bir daha gülerken mahcup gözlerle Hazer'e döndüm. Bir daha yanaklarını şişirip bakışlarını Behram'dan kaçırdı ve hemen sonra, "Üstüme gelmeyin," diye homurdandı. Aniden masadaki yemek bıçağını alıp boynuna yaklaştırdı. "Üstüme gelmeyin, kendimi keserim!"

 

Gazel'den bir kahkaha daha koptu ve ben gelen gülüşü genzimi temizleyerek bastırırken, "Mal," dedi Behram. Hemen sonra ne dediğini fark edip kıpkırmızı kesildi, eliyle ağzına vurup tü tü dedi. Gazel’le göz göze geldik ve kahkahalarla gülmeye başladık.

 

Gerçekten uzun zamandır bu kadar güldüğümü hatırlamıyordum. Evet, bu komikti ama... daha çok sinirlerim bozulduğu için gülüyordum. Birkaç gündür o kadar doluydum ki ya abartılı şekilde gülmek ya da ağlamak istiyordum.

 

"Bunu bir doktora götürün," dedi Behram, Hazer'in elindeki bıçağa bakarak. Hazer de bana dönmüştü, sanırım gülüşümün aşırılığına o da şaşırmıştı. "Psikolojisi bozuk bunun."

 

"Bence de götürelim," dedim gülüşümü azaltmaya çalışırken. Gazel de gülmeye devam ediyordu. "Hatta Gazel'in psikiyatristine götürelim."

 

"Olmaz," dedi Behram, yüzü daha da asılırken. Tadı kaçmış gibi alnı kırıştı. "Allah'ın gücüne gitmesin, ben pek sevemedim o adamı."

 

Hazer hâlâ bana bakarken ben de Gazel'e döndüm. Eliyle yüzünü örtüp bana kaş göz yaptı ve dudaklarını kıpırdatarak konuştu. "Kıskanıyor beni biraz."

 

Hazer, Behram'a dönüp güldü, kendisi lüzumsuz kıskançlıklar yapan birisi değilmiş gibi. Gereksiz şekilde daha çok gülmeye başladım ama bu kez masada gülen tek kişi bendim. Kendimi durdurmaya çalışıyordum ama mümkün değildi, güldükçe daha çok gülesim geliyordu. Sinirlerim gerçek anlamda bozulmuştu. Diğerlerinin birbirine anlamsız bakışlar atıp bana döndüğünü hissettim ve ellerimi yüzüme kapatıp daha çok gülerken gözümden akan yaşları fark ettim. Hem gülüyor hem ağlıyordum. Bir kriz gibiydi, kendimi durduramıyordum.

 

"Safir?" diye seslendi Gazel. Ses tınısındaki endişeyi hissettiğimde ellerimi yüzümden çektim ve doğrudan karşıma, onun yüzüne baktım. Ağladığımı görüp dehşete kapıldı ve hızla sandalyesini geriye itti. "N'oldu sana? Neden ağlıyorsun?"

 

Hazer'in telaş içinde bana döndüğünü hissettim. "Aşkım?"

 

Ona bakamadım, sanırım yanlış bir şey yapmaktan korktum. Gülüşüm iç çekişler bırakıp benden ayrıldı ve arkasında gözyaşlarıyla yıkanmış bir yüz bıraktı. Gazel yanıma gelirken, "Affedersiniz," dedim ve sandalyemi iterek hiçbirine bakmadan doğruldum. "Ben bir... lavaboya gideceğim, kusuruma bakmayın lütfen."

 

Yüzlerine bakmadan arkamı döndüm ve neredeyse koşar adımlarla eve doğru ilerledim. Gazel'in arkamdan geldiğini adım seslerinden anlamıştım, onu üzdüğüm için daha çok ağladım ve kendimi salona atarak koltuğa çöktüm.

 

"Safir," diyerek içeriye girdi Gazel. Yanıma oturarak bana sarıldı. "N'oluyor canımın köşesi?"

 

Onun sarılmasıyla kendimden daha çok geçip yüzümü boynuna gömdüm ve ellerimle eteğimi sıkıca tuttum. Tamam, şımarıklık edemezdim. Tanrım, her şey güzel gidiyordu işte, niye onların da tadını kaçırmıştım ki? Pişmanlık ve mahcubiyetten kıvranarak, "İyiyim," dedim. "Çok güldüm, olacağı buydu işte. Bilirsin, insan çok güldükten bir zaman sonra ağlamaya başlıyor."

 

"Öyle bir şey değildi sanki seninkisi," dedi Gazel, omzumu sıvazlayarak. Sesindeki o mutluluğu yerle bir etmiştim. "Canımın köşesi, bilmediğim bir şeyler mi var?" Evet, vardı ama şu güzel günlerinde anlatmak istemiyordum. "Hadi, dostuna anlatmayacak mısın?" diye sordu.

 

Sonra anlatacaktım ama şimdi değil. Hazer’le ben yeterince üzgündük, onları da bunun içine dahil etmek istemiyordum. Gözyaşlarımı bastırıp birkaç kez yutkundum ve dudaklarımı yaladım. "Gazel?"

 

"Evet güzelim?" dedi hevesle.

 

"Çocuk yapsanıza, seveyim."

 

Gazel aniden söylediğim bu cümleyle uzun bir süre duraksayıp ardından güldü. "Bence Hazer'den çok senin psikoloğa görünmen gerekiyor."

 

Belki de öyleydi, psikolojim son günlerde epey hasar almıştı. Önce çiçekler, sonra Hüseyin, sonra onun Gazel'in babası çıkması, Gazel'in hastalığı, Hüseyin'i görmek, Hazer, annem, babam... Bu liste uzayıp gidiyor ve uzadıkça yüreğimdeki taş ağırlaşıyordu. Birkaç gün bile olsa kafamı dinlemeye, kendimi toparlamaya ihtiyacım vardı; her şeyin bu kadar üst üste gelmesi içimdeki sabır taşını çatlatmıştı sanki. 

 

Gazel’le gülerken başımı onun omzundan kaldırdım ve başımı kaldırmamla salonun kapısında duran Hazer'i gördüm. Doğrudan bana bakıyordu. O kadar üzgün ve yıkılmış görünüyordu ki yüreğime bir taşı da o bırakmasaydı kalkıp ona sarılırdım.

 

Az sonra Hazer sırtını dönüp gittiğinde Gazel’le doğrulduk. Önce banyoya gidip elimi yüzümü yıkadım, çilli yüzüme bakıp kimsenin mutluluğunu bozmamak için kendimi uyardım. Banyodan sonraysa Gazel'in yanına, mutfağa geçtim. Bizim için tatlı yapmıştı; çikolatalı, hafif bir şeye benziyordu. Onu iyi olduğuma inandırmak için gülümsedim ve iki kâseyi ben alarak onun arkasından bahçeye doğru yürüdüm.

 

Bahçe boyu yürüyüp Hazer'in yanındaki sandalyeye otururken elimdeki kâsenin birini onun önüne bıraktım ama yüzüne bakamadım. Gazel de tatlısını Behram'ın önüne koyarak tadına bakmasını istedi. Tatlı kaşığını, profiterol olduğunu anladığım tatlıya daldırdım ve küçük lokmalar halinde yedim. Hazer de benim gibi başını önüne eğmiş, kâsesini didikliyor ama bir şey yemiyordu. Gazel’le Behram bir şeyler konuştular ama daha sonra bizim sessizliğimizi fark edip onlar da sükût içinde oturdular.

 

Tatlılar bittiğinde Hazer’le Behram kalkıp bahçenin uzak bir köşesinde sigara içmeye başladılar. Hazer'in sigaradan önce cebinden sakinleştirici çıkardığını da görmüştüm. Onlar gittiğinde Gazel'i oyalamak için Behram’la ilgili şeyler sordum. Gözüm Hazer'in üzerindeydi, sigara içerek kendine verdiği zararı bizzat ciğerimde hissediyorum sanki. Onu izlerken Gazel'e, Behram’la bir daha öpüşüp öpüşmediklerini sordum ama ummadığım şekilde kızardı ve masayı toparlama bahanesiyle kalktı.

 

Sanırım öpüşmekten daha fazlasını yaşamışlardı.

 

Behram’la Hazer mutfağa girdiğinde, "Gidiyoruz,” diyerek yanımdan geçti Hazer. Behram biraz daha oturmamız için bir şeyler söyledi ama Hazer çoktan portmantoya ilerlemişti. İkisiyle de vedalaştım. Behram yüzüme bakarken bir şeyler söyleyecek gibi oldu ama söylemedi. Hazer de her ikisiyle vedalaşıp portmantodan eşyalarını aldı ve belimden tutarak arabaya yürüyene kadar bana eşlik etti.

 

Gece ayazında sızlayan gözlerime kuru rüzgârlar çarptı. Arabaya geçip koltuklarımıza yerleştiğimizde beni mutluymuş gibi gösteren gülümsemeyi yüzümden sildim ve yorgun şekilde arkama yaslanıp ellerimle elbisemin eteklerini tuttum. Hazer arabanın tavan lambasını yakmadan önce durup bir süre ağır ağır soluklandı.

 

"Ne yaptım?" dedi, kaşlarının arasında derin bir çukur açarak. "Bu kadar ağlayacağın ne yaptım ben sana?"

 

Onu kırmayı istemedim, üzmeyi de. Zaten yüreğime oturan bu taşın ağırlığı sadece ona ait değildi. Herkesten biraz tokat yediğim için böyleydim. "Sanki herkes... yüreğimde bir taş oluşturdu ve kahretsin ki senin ellerini de gördüm orada, anlıyor musun şimdi ne yaptığını?" Çenem titredi ve dudaklarımdan çaresizce döküldü kelimeler. "Evet, annem veya babamın bana yaptığı kötülüklerle kıyaslanamaz elbette senin söylediğin kırıcı bir cümle! Kabul, onlar bana çok daha fenasını yaptı ama benim kalbimi senin yaptığın daha çok acıttı. Çünkü seni onlardan daha çok seviyorum ben!"

 

Can yakıcı kelimelerimin duyulduğu arabanın içinde, çok kısa bir sessizlik peyda oldu.

 

"Beni... babandan daha mı çok seviyorsun?" dedi dehşet içinde. 

 

Ağzımdan bu kelimeler mi çıkmıştı? Parmaklarımı şaşkınlıkla dudaklarıma götürdüm ve onun kadar şaşırmış halde, "İçimden geçeni hesap etmeden söylediğime göre öyleymiş demek ki," diye fısıldadım. "Seni daha çok seviyormuşum."

 

"Mi... Mila..."

 

"Evime götürür müsün beni?" diye fısıldadım, süregelen şaşkınlığımla. Neye şaşırmıştım? Bu gerçekle yüzleşmeme mi? Duygularımı koruyabilmek için biraz yalnızlığa ihtiyacım vardı. "Kendi evime..."

 

"Hayır," dedi direkt, can havliyle. Nefes alamadı. "Canın acıdığı için böyle diyorsun yoksa sen de gitmek istemiyorsun! Biliyorum çünkü gözlerinde, aynaya baktığımda gözlerimde gördüğüm şeyi görüyorum!"

 

"Sen bana baktığında ne görüyorsan, ben içimde bunun bin katını hissediyorum," dedim inkâr etmeden. Tırnaklarımı dizlerime bastırdım. "Aşkı da aşkın verdiği bu acıyı da. Bu yüzden müsaade et ve rica ederim beni evime götür."

 

"Sen nasıl o eve bırakıp... tek başıma eve dönerim ben?"

 

Zaten evime gidecektim, bunu ona, kavga etmeden bile önce söylemiştim. Dargın, kötüydüm işte, neden daha anlayışlı olmuyordu? Ben de onsuz mutlu değildim ama bir şekilde, içimdeki duyguları halletmeliydim. "Artık üzemezler bebeğimi demiştin," diyerek gözlerimi omzuna diktim. O da bakışlarımı görüp mahcup oldu ve gözlerini kaçırdı. "O kadar çok söyledin ki bunu, ben gerçekten öyle olduğuna inandım. Şimdi beni bir daha üzmeyeceğini söyleyebilir misin? Bir daha artık üzemezler bebeğimi diyebilir..."

 

"Artık üzemezler bebeğimi."

 

Daha cümlem bitmeden kurduğu cümleyi duyup sustum. Damarımda kan değil de onun kelimeleri dolaşıyordu sanki. Acısı kadar ağır olan bu aşkı ne yapacağımı, nereye koyacağımı bilemeden, bana bakan sevgi dolu gözlerden çektim gözlerimi.

 

Sessizliğim onun için nasıl bir cevap oldu bilmiyorum ama iki veya üç dakika içinde araba hareket etti. Başımı arkaya atıp elbisemin eteklerinden sıkıca tuttum. Yanlış mı yapıyordum? Zaten kendi evime gidecektim. Ha şimdi, ha iki gün sonra. Onu süründürmek, bilerek acı çektirmek istediğim falan yoktu. Bu ara herkes beni çok üzüyordu, üstelik onlara hiçbir şey yapmadığım halde. İçime çok dokunuyordu, bu yüzden kafamı dinlemek istiyordum. 

 

Yine de bu sevgiye muhtaçmışım gibi dönüp ona bakamadan duramadım. Gibiler bazı cümlelerde fazlalık duruyordu, cidden bu sevgiye ölüyordum. Araba kullanırken bile öyle üzgün görünüyordu ki hafifletici bir şeyler demek istedim ama doğru kelimeleri seçemedim. Yüzüne baktım, yüzünden akan terlere... Saçımı kulağımın arkasına koyarken Hazer'in daha derin nefesler alarak elini midesine götürdüğünü gördüm. Benim de stresten midem ağrıyordu, ona da mı aynısı olmuştu? Stresten ve üzüntüden bedeni yorgun düşmüş olmalıydı.

 

Önüme döndüm ve içim sıkıldığı için camı açtım. Sanırım stresten olmuştu. Birkaç dakika bekledim ama az sonra yine dayanamayıp ondan tarafa döndüğümde daha sesli nefesler aldığını gördüm. "Miden mi ağrıyor?"

 

Sesimi duyduğunda irkildi ve gözlerini yoldan alıp bana çevirdi. Tavan lambasını yola çıkmadan önce yaktığı için yüzünü seçebiliyordum. Gözleri baygın bakıyordu ve yüzü kızarmış, nefes alıp verişi hızlanmıştı. Elinin biriyle alnından akan teri silerek, "İyiyim," dedi ama öyle görünmüyordu. Gözlerini sımsıkı kapatıp açtı. "Sadece... midem bulanıyor biraz."

 

Ona çok mu yüklenmiştim? Üzüntüden mi olmuştu? Anında korkuya kapıldım. "Arabayı kenara çek istersen, birkaç dakika hava al."

 

"Şimdi geçer," dedi kafasını tekrardan önüne çevirerek. Yüzünün rengi atmış, bir anda halsizlik çökmüş görünüyordu. "Stresten... sanırım ama..." elini midesine daha sert bastırdı ve aynı anda arabayı yavaşlattı. "Midem bulanıyor."

 

Birdenbire ne olmuştu? Tamamen ona dönerek koltukta kaydım ve elimi telaşla yüzüne uzattım. Hazer'in baygın bakışları bana dönerken, "Çok terlemişsin," dedim hayretle. Gözlerim kocaman açılmıştı ama Hazer gülümsüyor olsa da gözlerini yeterince açamıyordu. "Aşkım, n'oldu sana?"

 

Yüzündeki teri silerken, bakışları mutlulukla çerçevelendi. "Aşkım mı dedin?"

 

Gözlerim doldu, ne oluyordu bu adama? Elimi alnından kaydırarak yanağına, ensesine doğru götürdüğümde Hazer'in gevşediğini, daha çok gülümsediğini gördüm. İlgim onu mutlu etmişti ama ensesinde de çok ter vardı. Dudaklarım titredi, bir şey mi dokunmuştu anlamıyordum ki… Ağırlaşan gözkapaklarına bakarken, "Hastaneye gidelim," dedim aceleyle. "Yakınlarda hastane olmalı, acile gidelim olur mu?"

 

"Mila, iyiyim ben," diyecek oldu ama cümlesi tam bitmeden, yüzünü buruşturarak elini midesine götürdü. Öğürme sesini duydum, kusacak mıydı? Soğuk soğuk terliyordu, basit bir baş ağrısı veyahut can sıkıntısı değildi. İyi olduğunu diretiyordu ama gözkapakları ağırlaşmış, neredeyse kusacak olmuştu.

 

"Arabayı derhal bir hastaneye çevir," dedim sertçe. Çenesinden tutarak gözlerinin içine baktım. Bakışları pusluydu, gözbebekleri o kadar cansız bakıyordu ki... kalbim de canlılığını yitiriverdi. "Mideni mi bozdun sen, n'aptın Han?"

 

"Kusacağım galiba."

 

"Arabayı durduralım, senin için ambulans çağırayım istersen?"

 

Hazer bir cevap vermeden, bir kez daha boğazdan gelen bir öğürtü sesi çıkardı ve sonra tamamen önüne dönüp elleriyle gözlerini temizledi. Torpidoya döndüm ve içini açıp temiz peçete çıkardım. Hazer gayretle arabayı başka sokağa çevirip evimin tersinde olan hastane sokağına saptı. Elimdeki peçeteyle ona dönüp alnındaki ve yanaklarındaki teri sildim. Birdenbire ne olduğunu anlayamıyor, belirsizlikte boğuluyordum. Ben aşk cahiliydim, ona ufacık, minicik bir şey olsa kazınıp giderdim. Peçeteyi ensesine kaydırırken, "Midem yanıyor sanki," dedi boğuk bir sesle. "Gazel'in yemeklerinden mi oldu acaba?"

 

"Hepimiz o yemeği yedik Hazer," dedim Gazel’i suçlamasının mantıksızlığını belirterek.

 

Hazer arabayı sol taraftaki sokağa çevirirken bana bir bakış attı ve yüzümdeki hali görüp halsizlikle gülümsedi. "Ay, ölüyorum," diyerek kendini acındırdığında ensesine bir tane geçirerek gücenik şekilde konuştum. "Aşk olsun ya, vallahi aşk olsun! Ben endişe içinde kıvranayım, sen şu durumda bile fırsatçılık yap!"

 

"İyiyim," dedi bir kez daha ama inandırıcı değildi. Gözlerini tekrardan yola çevirirken, eliyle gömleğinin yakasını açtı. Ona eşlik edip hızla gömleğinin birkaç düğmesinden birini açtığımda göğsünden buram buram sıcaklık yayıldı ve parmaklarım terli tenine temas etti. Hazer ürperip, "Üşüyorum," dedi ama yüreği gibi, göğsü de çok sıcaktı. Elimi göğsüne bastırırken gözlerimi yüzüne çevirdim ama yola bakıyor, araba kontrolünü korumaya çalışıyordu. "Çok üşüyorum Mila."

 

"Aşkım çok özür dilerim... Bir şey gelmiyor elimden..."

 

Arabanın yavaşladığını hissettim ve dönüp camdan dışarıya baktım. Şükürler olsun, hastaneye gelmiştik. Küçük bir hastaneye benziyordu ama fark etmezdi. Acil girişinin önündeydik. Hazer'e tekrar döndüğümde anahtarı çıkarıp cebine attı ve elleriyle sertçe yüzünü ovaladı. Çenesinin altındaydım, korkudan titrer halde ona bakıyordum. Ellerini yüzünden çekip bana baktı ve hafifçe, kan ter içinde gülümsedi. "İyiyim ama... senin için girip görüneceğim."

 

Yalancı, bir de iyiyim diyordu! Elimi göğsünden çektiğimde Hazer uzanıp elinin tersiyle yüzümü okşadı ve neredeyse iyi olduğuna inanacağım şekilde gülümsedi. Gözbebekleri cansız ve fersizdi. Uzanıp kapısını açtığımda elini yüzümden çekip kendini kapıdan aşağıya attı. Ben de hızlıca kendi tarafımdaki kapıyı açıp çantamla dışarıya fırladım ve arabanın etrafından dolaşıp onun yanına koştum. Ağır ağır, yüzünü ovalayarak acil merdivenlerini çıkıyordu. Ona yetişip kolumdan tuttuğumda dönüp bir an bana baktı.

 

"Üzerine kussam beni terk eder misin?" 

 

"Salak," deyiverdim kızgınlıkla karışık bir sitemle ve kolundan tutup onu hastane kapısından içeriye çektim. Hazer sızlanarak kapıdan girdiğinde gördüğüm ilk hemşireyi çevirerek durumumuzu izah etmeye çalıştım. Önce bana, ardından Hazer'e baktı ve bizi acildeki muayene yataklarına yönlendirdi. Hemşirenin yönlendirmesiyle Hazer’le müşahede tarafına geçtik ve önümüze çıkan bir doktor, Hazer'i kolundan tutup perdenin ardındaki yatağa yönlendirirken Hazer abarttığımı söyleyip durdu.

 

Hazer perdenin arkasına geçerken omzunun üzerinden bana döndü ve sanki yanında beni de götürmek istedi. O istemeseydi de gelecektim, bu yüzden perdenin ötesine geçmeye yeltendim ama doktor bey, "Lütfen siz dışarıda kalın," diyerek perdeyi çekti ve Hazer'i göremez oldum. Perdenin önünde öylece kaldım ve gözlerimden yaşlar düşerken ellerimi yüzüme kapattım. Ne olmuştu sevgilime, anlamıyordum. Böyle olmasını istememiştim, benim yüzümden olduysa kahrolurdum. Perdenin kenarından tutup hafifçe araladım ve endişeli, iri gözlerimi içeriye diktim. 

 

Yatağa uzanıyordu. Etrafı perdelerle kaplı küçük bir bölmeydi ve hastane yatağından hariç bir de cihaz vardı. Beyaz önlüğü içindeki doktor, Hazer'in uzanmasına yardımcı olduktan sonra alnını yokladı ve ardından ateş ölçer çıkardı. Hazer'in başı sol tarafa çevrildi ve halsiz bakışları arayışla perdenin üzerinde gezinip beni buldu. Gözyaşlarımla parlayan gözlerim onun gözleriyle kesişti ve Hazer hiç acısı yokmuş gibi beni gördüğünde gülümseyerek gözlerini kapattı. Mila, Mila, Mila… diye sayıkladı.

 

Bir hemşirenin koşturarak geldiğini, perdenin içine girip gözden kaybolduğunu gördüğümde endişem daha yoğun bir hal aldı. Yerimde oturamayıp ayağa fırladım ve holde dört dönerken saçlarımı çekiştirdim. İçeriye girmek istiyordum ama sokmayacaklarını anlamıştım. Hazer beni görünce daha iyi hissederdi ama bunu onlara anlatamazdım ki. Perdeye yaklaşıp bir kez daha açtığımda doğrudan ona baktım. Hazer'in gözlerinin kapalı olduğunu gördüğümde endişeyle içeriye girecekken, "Lütfen müsaade edin," diyerek perdeyi bir daha çekti hemşire.

 

"Neyi var?" diye yakındım ama kelimeler dudaklarıma acı vermekten başka işe yaramadı, dönüp bana cevap vermediler. Bir kez daha perdeye sırt çevirip holde dört dönmeye başladım. Normalde bu kadar anlayışsız değilimdir, kimseye zorluk çıkarmam ama sözkonusu Hazer olunca gözüm dönmüştü. İlk kez birinin sağlığı için bu kadar endişe ediyor, yerimde duramıyor, sürekli perdenin arkasına geçmek için yelteniyordum. 

 

Keşke onu bu kadar üzmeseydim, keşke kırgınlığımı hiçe sayıp onunla eve gitseydim…

 

Duvara yaslanıp durdum ve gözlerimi perdeye dikip elbisemin yakasını açtım. Saçlarımı sol omzumda toplayıp dişlerimi sıktım ve hep yaptığım gibi kalbimi tuttum. Yok, dayanamıyordum. Yerimden fırladım ve bir kez daha muayene tarafına koşup perdenin ucundan tuttum. Yüzünü görsem, bir sesini duysam yeterdi. Perdeyi azıcık kenara çevirdim ve perişan gözlerimi doğrudan beyaz yatağa çevirdim. 

 

Canım benim. Yatakta uzanıyordu, gözleri hâlâ kapalıydı. Serum bağlamışlardı, yüzünden hâlâ soğuk terler akıyordu ve cihazdan da sesler geliyordu. Gözlerini bile açamıyordu, her ne olduysa çok bitkindi. Bir eli yataktan aşağıya sarkmış, boşlukta sallanıyordu. Saçı dağınıktı, gömleğinin önüyse tamamen açılmıştı.

 

"Enfeksiyon testi yapalım beyefendi için, görünen o ki zehirlenmiş ama neden zehirlendiğini bulalım..." Sesini duyduğumda bakışlarım yatağın kenarındaki doktor ve hemşireyi buldu. Birbirlerine dönmüş, kısık sesli konuşuyorlardı. Zehirlenmiş miydi? Bir an için bu ihtimali de düşünmüştüm ama Tanrı aşkına, ne yemişti de zehirlenmişti ki? Kanıma adı karışan aşkıma döndüm ve onun gözkapaklarına bakarken defalarca kez iyi olmasını diledim.

 

Hemşire, doktoru onayladığında çıkacağını anladım ve hızla oradan uzaklaşıp tekrardan sandalyeye çöktüm. Canım benim, acaba tarihi geçmiş bir şeyler mi yemişti? Hemşirenin çıktığını, ardından girip birkaç dakika içinde tekrardan çıktığını gördüm. Elinde birkaç şey vardı, bana gülümsüyor ama ne olduğunu söylemiyordu. İçeriye giremediğim için dönüp duruyor, onu zehirleyenin ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. 

 

Ne kadar zaman geçti anlayamadım ama bu geçen sürede sık sık oraya geçip perdenin ardından ona baktım, içeriye girmek için zaman kolladım ama doktor sürekli başındaydı. Cihazı kontrol ediyor, serumuna bakıyordu. Saat gece yarısını epey geçtikten sonra ve ben sandalyede oturmaya devam ederken hemşirenin elinde evraklarla geldiğini görüp yerimden doğruldum. Genç hemşire bana bir gülümseme ikram ederek perdenin arkasına geçtiğinde merakıma yenik düşerek yaklaştım. Perdeyi kenara çekip ilk olarak Hazer'in yüzüne baktım.

 

Hâlâ gözleri kapalı, eli dışarıda, yüzü yorgundu. Serum yüzünden damarına giren iğneye baktım ve kendi damarımda o iğneyi hissedip ürperdim. Bakışlarımı ondan alıp doktorla hemşireye çevirdim. Hemşire elindeki evrakları uzatıp bir şeyler söyledi ve doktor o evraklara bakarak derin bir iç çekti.

 

Sonsuz aşkıma dönüp o gözlerin ardındaki adamı görmeyi arzularken, "Çok fazla ilaç almış," dediğini duydum doktorun. Kaşlarım çatıldı ve zihnimde bir farkındalık oluştu. Hazer Han'ı izleyip tüm yüreğimi ona açarken doktorun sesi yavaşça kulaklarıma süzüldü. "Hayret bir şey, insan niye kendini zehirleyecek kadar ilaç alır ki? Bir de sakinleştirici yani... O kadar ilaç içmiş ki midesini bozmuş. Serumu yenilensin, birkaç saat istirahat etsin. Gencecik adam, neden bu kadar kahrolmuş acaba?”

BÖLÜM SONU.